Pages

30 Kasım 2009 Pazartesi

Uzun İhsan Efendi: İhsan Oktay Anar

Son günlerdeki kitap konulu yazılardan sonra, benim de yazacak bir şeyim olduğunu hatırladım. Doğrusu, Sir Burmabıyık'tan başlayıp (maalesef izleyemediğim) House'a kadar uzanan çizgi kadar işin ehli bir yazı beklemeyin, Cümb'ün bir yalnızlık yazısındaki hayal kırıklğına düşersiniz. Sağa sola selamı çaktık, yazıya girebiliriz.

İhsan Oktay Anar benim geç keşfetmiş olmaktan dolayı çok hayıflandığım bir yazar. Romanları, açıkça ifade etmese de, genelde 16. ve 17. yy İstanbul'unda geçer. Ya da ben öyle anlıyorum. Anlaşılan o ki, yazmadan önce dersine iyi çalışmıştır. Mesela bir gemide geçen Amat romanını, neredeyse bir elde denizcilik sözlüğü bulundurarak okumak gerekir. Musıki temelli Suskunlar'da ise bir kaç makamın özelliklerini üstünkörü bildiğim halde, bir çok yerde bu özelliklere atıf yaptığını gördüm. Sağlam donanımlı biri kimbilir neler yakalamıştır.


Elbette tek özelliği okuyucuyu terimlerle şaşkına çevirip, kendine hayran bırakmaya çalışmak değil. (Bana göre her yazarda masumane bir kendine hayran bırakma isteği vardır. Orası ayrı.) Romanlarında sembolik unsurları bolca kullanarak binlerce yıllık tarihi meselelerden tutun da felsefeye kadar bir çok şeyi irdeler. Küçük kişilerden yola çıkarak büyük olayları anlatmanın farklı, ama yeni olmayan bir yorumunu dener sıkça. Yalnız, akıllarda tam bir resim çizmekten de kaçınır ki, bence ana damarı budur. Olayın geçtiği yeri iyice tasvir eder, okuyucuyu bir sokağa (genelde Galata'nın alt sokaklarıdır) getirir fakat okuyucunun "şimdi bir yere bağlayacak" dediği anda ortadan kaybolur. Bu özelliğini kanıksadıktan sonra, bunu her yapışında, Uzun İhsan Efendi(romanlarının bir kaçında kullandığı bir karakterdir)'nin biraz muzip biraz da dalga geçer bir gülümsemeyle kaçtığını görür gibi oldum. Elimdeki bir kaç cümleyle kalakaldığımı hissettim. Tıpkı tur rehberi kaçmış turist gibi :).
İhsan Efendi aslında okuyucunun kendine bir soru sormasına ve bu sorunun cevabını da bulmaya uğraşmasına sebep olur. Okuyucunun bir çok kavrama olan bakışını belki yeniden, belki ilk defa sorgulamasını sağlar. Kafa karışıklığıyla ara sokaklara dalınır, çıkılır; arada bir Uzun İhsan Efendi görünür, bir şeyler söyler yine kaçar. Bu böyle sürer gider.

Nitekim ben de uzun zamandır İhsan Oktay Anar kitaplarını tekrar okumak niyetindeyim - ki pek adetim değildir yeniden okumak. Ne de olsa okumak kavramına yeni bir boyut kazandımıştır benim için. Ama önce bir Osmanlı Türkçesi sözlüğü bulundurmak lazım.


29 Kasım 2009 Pazar

Tarihin Atıldığı Dipsiz Kuyu..............: Azebler, Serdengeçtiler, Deliller ve niceleri; Türk Ordularında İntihar Kültürü



Öyle bir zamandayız ki artık ölüm bile polemik malzemesi yapılabilecek kadar alçaltılabiliyor. Kahraman bir asker, kifayetsiz bir siyasetçi ya da çıkarcı bir akademisyen aynı düzlemde buluşup, binleri az görüp milyonları kendilerine alet ederek, şu kadar şehit verelim ama şuraları da alalım tarzı açıklamalar yapabiliyor ama daha vahimi buna itibar edilebiliyor. İnsan hayatı ülkemizde hiç bir zaman değer kazanmamışken bunları anlamamak da zor tabii. Eğer bu kültür içinde yetişmişseniz, bu askerlik mantığıyla eğitilmişseniz ve selefleririnizden böyle görmüşseniz birde başka türlüsünü düşünemeyecek kadar sıradan ayrılamıyorsanız size de bu yakışır zaten.

İnsan hayatı değersizdir bizde, hele bir de bu insan asker sıfatıyla yüceltilmişse birinciönceliği ölmektir. Tabii ki bu ölüm vatan uğruna ve belirli bir amaç için gerçekleşmelidir. Yoksa bu kayıpları acı çeken ama gizliden mantıklı veya mantıksız bir açıklama bekleyen kamu güruhlarına nasıl anlatabilirsiniz? İşte bu yüzden eskiden beri otoriteler savaşlarda ölmeleri için seçtikleri askerlere bir kılıf üretmişlerdir. Bu askerler bazen bekar oldukları, bazen gönüllü oldukları bazen de sadece orada oldukları için bu göreve seçilmişlerdir. Ama bir ortak özellikleri vardır o da her daim kahraman olmakdır.

Bekarlık Sultanlıktır?

Benim hedefim Osmanlı o yüzden, Çin sarayını darmaduman eden Kültigin ve arkadaşlarını ya da Hasan Sabbah'ın suikastçilerini (her ne kadar Haşhaşiler Türk devletlerine hiçbir zaman hizmet etmemiş olsalar da içlerinde hep Türk unsurları bulunmuştur) anlatmak işime gelmiyor. Osmanlı'da bu zor görevlerin taliplileri hep bulunmuştur. İsimleri ve görevleri ise değişiklik arzediyordu. Mesela Azebler Osmanlı'nın en ucuz askerleri olarak öne çıkmışlardır hep. Rumeli halkı akıncılara ve gazilere sahip olduğu için daha rahat yaşayan Anadolu reayasından seçilen bekar erkekler Azeb adıyla askere alınırdı. (Azeb zaten bekar demektir) Gönüllü oldukları hep söylense de genellikle köy muhtarının ya da şehrin subaşısının insafına kalan azeb yazımı, zengin ailelerin çocuklarına pek rast gelmezdi. Çünkü azeblik zor zanaatti. Öncelikle orduda ne bir rütbeye ne de bir hakka sahip olurlardı. Teçhizatlarını tedarik etmek genellikle kendilerine ait olurdu. Genellikle yürürler ve ordu hareketteyken en pis işlere verilirler, destek birliklerinin amelesi olarak çalıştırılırlardı. Tek gelirleri ise olursa ve onlara kalırsa ganimetten "pay" almaktı. Yükselme şansları çok düşüktü. Ancak çok önemli kahramanlıklar gösterenlerine tımar verilirdi.

Ama işlerinin asıl zor kısmı ordular karşılaştığında başlardı. Bu okçu piyadeler, Osmanlı Ordusu'nun ilk saflarını oluşturur, Akıncılar'ın üzerlerine çektiği genelde ağır süvari gruplarını karşılarlardı. Osmanlı, düzenli ve önceden planlanmış savaşlarının neredeyse hiçbirinde düşmandan daha az değildi. Bu yüzden azebler gibi basit birliklerin düşman hücumunu kırmak gibi ölümcül işlerde heba edilmesi komutanlar için pek önem taşımazdı. Zaten Azebler'in bekar olmalarının da sebebi buydu. Geri dönme şansları az olan azeblerin arkalarında bir aile bırakmaları iyi olmazdı. (Serdengeçtilerde de bu durumu görülecektir) Azebler'in kırıldığı Birinci Mohaç ya da Birinci Kosova gibi Avrupa süvarisine doğrudan hücum şansı veren düz ova savaşlarında otorite sonuçtan hep memnun kalmıştır. Ancak azeblerin yapması gerek "işi" daha değerliler mesela yeniçerileri yaptığı Niğbolu Savaşı'nda Yıldırım Tuna'ya bakan bir tepe üzerindeki binlerce kırmızı abalı cesede bakıp üzüntü ve sinirden ağlamış, intikam için binlerce esiri idam ettirmiştir.

"...Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan/ Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran..."

Ordu-yu Hümayun'da zor görev tanımı sadece düşmanı durdurmak değildi elbette. Atalarımız neredeyse duraklama dönemlerinin sonuna hatta gerilemenin başladığı 18. yyın ortalarına kadar düşmalarından hep daha zengin imkanlara sahiplerdi. Ordular hep daha iyi hizmetlere sahipti, hiçbir zaman yağma yapacak kadar zor durumda bırakılmamıştı paralarını genelde düzenli olarak alıyorlardı ve tayınları hep daha iyiydi. Ama Osmanlı'nın eksiği zamandı. Avrupalılar, devasa Osmanlı topları kale duvarlarını dümdüz etmeye başlayınca ilginç geometrik şekillere sahip kaleler yapamaya yani Trace İtallienne'yi kullanmaya başladıklarında Osmanlı orduları da seferlere daha çok zaman ayırmak zorunda kaldılar. İlk başarısını Malta'da kazanan bu mimari akım, sonraları tüm Avusturya-Macaristan sınırını koruyan bir kaleler ağına ilham verdi. Bu kalelr toplarının iyi konumları nedeniyle Osmanlı topçularına çok daha iyi karşılık veriyor ve yapılan hücumlara karşı daha iyi savunma sağlıyordu. Osmanlı ordusu ise zamanla başa çıkamıyordu. Uzaun kuşatmalar hem devletin kaynaklarını hem de askerlerin moralini tüketiyordu. Kuşatmaları sonlandırmak ise son derece ölümcül saldırılar ile mümkün olabiliyordu. Bir gece baskını ya da patlatılan bir lağımdan yapılan saldırılar, bazen sonuç versede saldırıyı yapanlar için çok tehlikeliydi ve bu işlere sadece gönüllüler alınıyordu. İşte bu gönüllülerin genel adı "serdengeçti" idi. İlk serdengeçtiler gönüllü yeniçerilerdi ama daha sonra azebler ve eyalet askerlerinden de serdengeçti alınmaya başlandı. Başlarda, yeniçeriler kural gereği bekar oldukları için ayrıma gerek olmuyordu ama ocak bozulup neferler aile kurmaya başlayınca serdengeçtiler sadece bekar yeniçerilerden alındı. Çağrı ise basitti. Zor bir görev ordugaha dikilen bir bayrakla açıklanıyor, gönüllüler ise bayrağın altında toplanıyordu. Serdengeçtilik azebliğe göre daha iyi şartlara sahipti. Serdengeçtilerin maaşları arttırılıyor, bazen tımar veriliyordu. Yoldaşları arasında itibar göstergesi olarak börk yerine sarık takabiliyorlardı. Ama serdengeçtilik daha öldürücü bir meslekti. Görevlerde ölüm oranı neredeyse yüzde doksandı. Slankamen (1691) ve Petrovaradin (1716) savaşlarında önce Köprülü Mustafa Paşa sonra da Silahtar Damat Ali Paşa Avusturya ordularına yanlarındaki birkaç yüz serdengeçti ile hücum etmiş

Avrupalılar meydan savaşları için de bir yenilik getirip, tercio denilen uzun mızraklılar ve tüfeklilerin bir arada yer aldığı sıkışık bir düzenle savaşmaya başlayınca serdengeçtiler için yeni bir görev tanımı daha ortaya çıktı. Batının savaş tekniklerini iyi takip eden Osmanlı, terciolara karşı uygulanan bir yöntemi hemen uygulamaya aldı. Büyük kılıçlarla mızrak duvarlarının arasına giren askerler, düzenli hatları bozabiliyordu. Ancak bu tehlikeli bir işti ve serdengeçtilere havale ediliyordu. Ancak bu serdengeçtiler yeni bir isimle anılacaktı. Hotin Savaşı'nda üst ortada Osmanlı'nın tabur düzenindeki ordugahı, özellikle alt köşelerde ise terciolar

Bunlara dalkılıç denilecek, görevleri de düşmana kılıçla hücum etmek ve muhtemelen ölmek olacaktı. Slankamen (1691) ve Petrovaradin (1716) savaşlarında önce Köprülü Mustafa Paşa sonra da Silahtar Damat Ali Paşa Avusturya ordularına yanlarındaki birkaç yüz serdengeçti ile hücum etmiş, düşmana ağır kayıplar verdirip hep birlikte şehit olmuşlardı. Bu cesur ama gereksiz ataklar bu iki savaşta da Osmanlı yenilgisini hazırlamıştı.

Deli değil Delil

Akıncılar, Osmanlı'nın haber alma ve psikolojik savaş teşkilatı olarak adlandırılabilir. Rumeli'de yüzyıllarca sınır ötesi akınlarıyla ve savaşlardaki öncü görevleriyle faydalı olmuşlardı. Ancak İran savaşlarıyla azalan doğudan gelen Türkmen akışı ve eski Akıncıların da yerleşik hayata geçme arzusu bu teşkilatı zayıflattı. I. Selim döneminde yiğit gençlerden seçilen bir birlik bu açığa önlem olarak kuruldu. Deliller yani önden gidenler, Hz. Ömer'e dayandırdıkları bir ocak kurmuş (Yeniçerilerin Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli temellerini kıskanmış olabilirler), giydikleri vahşi kedi ve sırtlan postlarıyla Polonya'nın kanatlı hussarlarına ve Napolyon ordularının Dragoonlarına ilham kaynağı olmuşlardır. Ancak yiğitlikte pek de rakipleri yoktu. Sipahiler barut dumanı parlak zırhlarını kirletecek diye piştov kullanmayı reddederken, deliller Alman tercioları üzerine piştovlarını boşaltıp atlarını mahmuzluyor, çılgın kahkahalarıyla düşmanın arasına dalıyorlardı. Ama cepheden yaptıkları bu cesur saldırılar sonunda sayıları genellikle yarıya düşüyordu.

Ordular İlk Hedefiniz...

Osmanlı savaş kültürü hep bir fedakarlık temeline dayanmıştı. Ancak Gazi Osman Paşa'nın mükemmel Plevne müdafaası, Enver Paşa'nın Sarıkamış'taki eski tarz düşüncesiz harekatından daha moderndi ve Birinci Dünya Savaşı'nın Batı Cephesini etkileyecek kadar yenilikçiydi. 20. yy Türk orduları ise bu başarılardan hiç örnek almamışlardı. Büyük heyecanla andığımız zaferler, iyi savunulan siperlere saldırırken yok olan alaylar, imkansız bir tepeyi hedef gösteren komutanlar ya da demode düşmana karşı demode süvari hücumlarıyla doludur. Birinci Dünya Savaşı'nda ordumuzu eğiten Alman subayları Blitzkrieg'in ilk ustalarıydı. Ama Blitzkrieg bile iyi savunmayı aşamayacağını anlamıştır.

Sonuç

İnsan haklarının iki kelimeden birine dahil olduğu günümüzde bile bazı otoriteler hala fütursuzca ölmekten üç karış toprak için bir ülkenin geleceğini feda etmekten bahsedebiliyorlar. Anlattığım tarih ise onların mantalitesini haklı çıkarıyor gibi görünebilir ama alttan oyulmuş bir kafa yapısını sergiliyor bence. Zorunlu askerlikle, milyarlarca dolar bütçeli bir orduda birkaç ay eğitim görmüş erleri, otoritenin etki alanı dışındaki dağlara hem de sürekli bir ihanet tehlikesi altında salıvermekle terörü bitireceğini zanneden bir mantık. St. Elmo duvarlarına yollanan cengaver yeniçerilerle Şırnak dağlarında nöbet tutan Mehmetçikler aynı kafaların savaş oyununa malzeme oluyor. Toprağa düşen evlad şehit payesini alıyor ama vebaline sahip çıkan olmuyor.

(Bu yazı bilgisayar fişinin ani bir çekimi tehlikesi karşısında tam olarak bitirilememiş, sonradan biraz "editlenmiştir".)

26 Kasım 2009 Perşembe

Grev, grev yapanlar, grev hakkı ve grev ile ilgili ne varsa

Grev yerine Grève yazsam beni ayıplar mısın Salih? Bana gönül koyar mısın kelimenin aslen fransızca olduğunu ve pariste iş arayanların beklediği meydana bu ismin verildiğini söylesem? Sen darılsan da darılmasan da bu böyle ama :D

Daha başka ansiklopedik bilgi vermeyeceğim doğrusu. Yani Türkiye'de ilk grev telgrafhanede yapılmışmış, dünya tarihinde bilinen ilk grev piramit işçileri tarafından yapılmışmış, grev ve lokavt kanunu şu vakit çıkmışmış filan bahsetmeyeceğim yani.

Asıl söylemek istediğim işin ahlaki boyutu...

Uzuuun süredir iş arayan biri olarak işçi ve işveren arasında iş öncesi yapılan anlaşma şu şekilde oluyor 20-30 kadar şirkette gözlemlediğim kadarıyla: Öncelikle işveren işçiyi yetenek ve kapasite açısından sınıyor. Kendisini yeterli görürse detaylı bir şekilde iş tanımını yapıyor, çalışma şartlarını ve ödenecek maaşı belirtiyor. Daha sonra işçi de şartları beğenirse işe başlıyor.

(?-?)

Yani bütüüün bir süreç öncelikli anlaşma içeriyor. Anlaşma olmadan zorla işe başlanıyormuymuş? Hayııııııır. Yani mesela 2 gün sonra işçi "Vay efendim bana bu para az, ben yine aynı işi yaparım ama daha fazla para isterim. Sende beni bunun hakkındaki "Toplu iş sözleşmesi, lokavt kanunu" na göre beni cart diye işten çıkaramazsın. Bu hakkımla ben haketmediğim parayı alabilirim, senin hizmet ettiğin sektördeki kişileri hiç hakkım olmayarak mağdur edebilirim" ki bu sektör sağlık sektörü bile olabilir.


(Adam memura gelip "yarın ilk tren kaçta kalkmıyor?" diyor. Memur da "Herhalde gitmemeyi umuyorsunuz monşer" diye nazire yapıyor)

Daha sonra tüm anahaber bültenlerine çıkarım, megafonlarla yaptığım süpper saçma açıklamalar ulusal kanallardan yayınlanır (hatta bikaç saniyeliğine CNN int e bile çıkabilirsin dostum, sadece biraz daha gayret...biraz daha....). Bende iş yapmış gibi ertesi gün işimin başına dönerim.

Yani bu kanun 1983 de nasıl kabul edilmiş, temelleri 1800 lerin sonunda nasıl atılmış hayyyyret doğrusu (bunları istek gelirse uzun uzadıya anlatabilirim ama şu an için hiiiç mi hiç gerek yok). Hangi akla hizmet, nasıl bir mantalite anlamış değilim. İnsanın "what is the motto" diye sorası geliyor yani (çok sinirlendiğim için ecnebi dilinde yazdım, affınıza sığınırım).

Mantık dümdüz. Herhangi bir açıklamaya ihtiyaç yok. İşin şartları baştan bellidir. Ha eğer işin şartları değişirse bunun farklı çözüm yolları var. Sektördeki milyon tane adamı mağdur etmeye kimsenin hakkı yok. (Bu yazı da biraz internetteki haber sitelerinin altına yazılan yorumlar gibi oldu ama hakkaten durum çok garibime gittiği için bu kadar heyecanlı yazdım)

Olaya 20. yy ve sonrası Türkiye Sosyal-Siyasi hayatına damgasını vurmuş, fikir ve icraatları ile "kendi kendine yeten bir Türkiye" uğruna ömrünü harcamış, sanayileşme alanında Türkiye'nin ağır sanayi hamlesinde baş mimar olan Mehmed Zahid Kotku Hazretlerinin bir sözü ile son noktayı koyuyorum


(Allah rahmet Eylesin Mehmed Zahid Kotku Hazretleri)
Müslüman devletine, milletine ve işine sadıktır. Grev bilmez. İşine gelmiyorsa başka yerde iş arar. Adamın fabrikasını kapatmağa, onun fabrikasını dağıtmağa kimin hakkı var? Mutlaka istediğimi ya vereceksin veya senin fabrikan çalışmayacak. Davul, zurna, burada grev var... Şimdiye kadar bunu hangi müslüman yapmış? Ama hakkı verilmiyormuş... İş her yerde var... Ama bunu anlatmaya imkan yok. (Cennet Yolları-  Mehmed Zahid Kotku -Vuslat Vakfı Yayınları 2003)


Kendisini ve Türkiye'nin ilk ağır sanayı hamlesi olan gümüş motoru bir başka yazıda öğrenip anlatmak dileğiyle...


25 Kasım 2009 Çarşamba

Holmes-House


O kadar lafını ettikten sonra bu kıyaslama işine tez elden girişeyim dedim.

Öncelikle kıyas unsuru karakterlerimizin benzer noktalarını ele alarak işe başlayalım.
En temel özelikleri üstün zekalarıyla gerek meslektaşlarından gerekse diğer insanlardan hemen ayrılırlar. Birbirinin benzeri metodolojileri vardır.
Kimsenin görmediği detayları görür onların üzerinden problemleri çözerler. Holmes arkadaşının ayakkabısına bakarak onun yağmurlu havada dışarda kalmasından yanında çalıştırdığı hizmetçinin beceriksizliğine varana kadar tahminler yapabilmektedir. House ise benzer şekilde kendine muayeneye gelen hastasının vücudunun renginden karısının hastayı aldattığını tahmin edebilmektedir.( Buna benzer tahminlerde bulunma meselesine gelince gerçek hayatta pek denemeyin. Her denememde ters köşe manyağı oldum. Ne de olsa köşe sayısında sınır yok.)
Olaylara bakış açıları da her yeni olayı yeni bir puzzle olarak görmeden öte bir yaklaşım değildir.
Olayın taraflarının duyguları pek önemli değildir. Tek başarı ise problemi çözebilmek, doğruya ulaşabilmektir. Hayatların kurtulması, insanların mutluluğu falan zerre kıymetli şeyler değildir.

Etrafındaki insanlara zekalarını defa kere ispatlamak onların en büyük keyfidir.Etrafındakileri aşağılayıcı ince göndermeler hayattaki tek zevkidir bu ikilinin.
Arkadaş meselesinde de kaderleri birbirine paraleldir. Sherlock Holmes'in tek arkadaşı "Dr Watson" iken Gregory House'un tek arkadaşı "Dr Wilson" olarak karşımıza çıkar.

Madde bağımlısıdır bu adamlar.Bağımlılıklarının sınırları yaşadıkları çağların kendilerine sundukları imkanlarla alakalıdır.House ağrılarından ötürü "vicodin" bağımlısıdır. Bunun dışında da belli buhran anlarında ne bulduysa çekebilir. Holmes ise temelde afyon bağımlısıdır. "Vicodin" vardı da almadı mı adamcağız?

Müziğe karşı ilgileri ise bir başka ortak yönleridir. Her ikisi de sadece dinleyici değil aynı zamanda da müzik aletleriyle araları iyidir. Holmes keman çalarken House temelde piano olmak üzere farklı bölümlerde gitar falan da çaldığı görülmüştür.

Kadınlarla ilişki meselesinde de tavırları nettir. Kolay kolay beğenmezler hatta nerdeyse hiç beğenmezler. Beğendiklerini de söyleyemezler. Holmes "Irene Adler" dışında hiçbir kadından etkilenmemiştir. House'un bu konudaki tavrı da benzer şekildedir. Sadece bir kere aşık olduğunu bilmekteyiz. Bunun dışında dekan Cudy ile bilinçaltında gördüğümüz düşünceleri dışında herhangi bir kadına değer verdiğini göremeyiz. Ne demişler zordur erkek adamın sevmesi daha da zoru seviyorum diyebilmesi...

Aksilik, huysuzluk, tek başına yaşama, iş dışında evin dışına pek çıkmama olayların dışında inaç daha doğrusu inançsızlık özellikleri de birbirlerine benzer.(Holmes agnostik iken House ise onun bir merhale ilerisi ateisttir.)
Bu kadar çok benzer özelliklerinin dışında farklı yönleri de vardır karakterlerimizin.Holmes fiziksel olarak güçlü sayılabilecek aynı zamanda dövüşten anlayan bir karakter olarak karşımıza çıkarken( boks yaptığını ve uzak doğu sporlarına merakını bilmekteyiz) House baston bağımlısı bir ayağındaki pıhtıdan ötürü tam sağlıklı ve kusursuz değildir.

House bir ekiple birlikte çalışırken, Holmes sadece kendi çalışır arkadaşı Dr Watson sadece olaylara keyif katan bir yan karakter olarak karşımıza çıkar.

Sherlock Holmes'in en büyük keyfi tütünlerdir. Her türlü tütünden anlar hatta birçok olayı çözmesinde bu bilgisinin yansımalarını görürüz. House'un da birçok farklı alanda çok derin bilgisi olmasına rağmen exper kademesinde bir hobisi yoktur. İlla ki birşey söylemek gerekirse de televizyonda izlediği tıp dizileri ve bunların senaryolarını önceden tahmin etme güdüsü onun hobisi diyebiliriz.

Sherlock Holmes dedektif olmasına karşın olayları ve bulguları bir doktorun kullandığı yöntemlerin benzerlerini kullanarak çözer. Bir nevi kriminal dedektifliğin atasıdır.(Kimyaya merakı ve bilgisi bu noktanın en önemli göstergesidir.)House ise tam tersine doktor olmasına rağmen olaylara bir dedektif gibi yaklaşır. Hastalarının sözlerinden ziyade onların evlerinde yaptığı aramaları referans kabul eder.(Temel felsefesi "everbody lies" olan birinden de bu beklenir zaten.) Bir başka önemli nokta da Sir Arthur Conan Doyle ya da Sir Burmabıyık'ın asıl mesleğinin doktorluk olduğunu gözden kaçırmayalım.

Bir küçük farklılık da temelde ihtiyaçlarının sonucu ortaya çıkar. Holmes'in en temel aksesuarı piposuyken House'u şekil şekil bastonlarla görürüz. Bir de hiç yanından eksik etmediği vicodin şişesiyle.

Sherlock Holmes karakteriyle Gregory House karakterlerinin ise tabii ki en temel farkı kitap okuyucusu ve televizyon yapımcısının hayal dünyaları arasındaki derin çizgidir. Kitap kahramanımızı hepimiz kendi hayal dünyamızda şekillendirirken televizyon kahramanının sınırları "Hugh Laurie" abimizin yetenekleriyle alakalıdır.Hangisinin daha gelişmiş olduğu ise kişeye özel bir meseledir.
Liste uzadıkça uzayabilir. Ama sorumlu yayıncılık adına "House M.D." dizinin yapımcılarının zaten Sherlock Holmes karakterinden fazlasıyla etkilendikleri gerçeğini saklamadıklarını söylemek lazım. En azından bu adamlar gerçeği söyleyebiliyor."Monk" karakteri temizlik hassasiyeti dışında (şimdi tek orjinal yanı bu da diyebilirsiniz) tamemiyle "Sherlock Holmes" çakması bir karakterdir.
Yani kahramanın yansımalarını görmediğimiz "orjinal" karakter yok denecek kadar azdır(Obsesif özellikleri ön plana çıkmış bütün karakterleri bu şemsiyenin altına toplayabiliriz.House'dan tutun da Sheldon Cooper'a kadar)Bu yüzden de popüler kültürün yarattığı birçok sanal karakterin de birinci göbekten atası olarak Sherlock Holmes'ü görmek de hata olmaz...

Sir Burmabıyık'ın sana-bana-ona etkileri

Normalde sipariş üzerine iş yapan birisi değilim ama arkadaş hatırı için yapacaz bi şeyler.(Burada bir smiley vardı ama kaçtı)

Sir Arthur Conan Doyle genel temayülde bilindiği üzere Sherlock Holmes karakterinin babasıdır. Daha az kişi onun Profesör Challenger namında bir doğa insanının da vücut bulmasına yardımcı olduğuna vakıftır. Ama pek az kişi Sir Doyle'un yazmaktan asıl zevk aldığı karakter olan Sir Nigel'dan haberdardır. Bu üç karakter ve ekürileri artık tamamen tesadüfi midir, yoksa Sir Arthur'un üstün hikayeciliğinden midir, neredeyse 20. yüzyılın tamamında zibilyon tane üretici zekaya ilham kaynağı olmuş, pek çok namlı simanın evrimde atasını teşkil etmiştir. Şimdi Sherlock Holmes-Gregory House ilişkisi benim azmanlık alanıma girmez. Onu Vehbi Basar beyefendiye havale ediyorum. Profesör Challenger ve onun hikayesi Kayıp Dünya aslında çok bariz ve meşhur türevlere sahip ama onlara birazcık değinmeden edemeyeceğim. Benim asıl amacım Sir Doyle'un uğruna Holmes'ü uçurumdan attığı tarihi romanlarının aslında ne kadar derinlikli olduğunu, bu romanların ve içerdiği kahramanların popüler kültüre vurduğu damgayı bir şamar gibi yüzünüze da vurmak! (çok mu ciddiye aldım ne?)

Dinazorları ve Doğal Hayatı Koruma Derneği

Önce u Profesör Challenger'i bi aradan çıkaralım. Hadi Sir Doyle o dönemde her yerden fışkıran dinazor kemikleri ve sık sık Afrika ormanlarına keşif gezileri düzenleyen maceraperestlerden etkilenip bir şeyler üretti. Peki Micheal Crichton neden bir adet Jurassic Park yaptı bir de üstüne utanmadan adını değiştirmeye gerek bile duymadan Kayıp Dünya yaptı.(Crichton Sir Burmabıyık'ı o kadar iyi okumuştur ki Timeline'da Sir'ün tarihi romanlarına konu olan Yüzyıl Savaşları Fransa'sını kitabına meze etmiştir.) Bir de Profesör Challenger'in kendini bilme adamış, naif bilge ve inatçı karakteri Sir Doyle'un devrinde revaçta olsa da, günümüzde soylarının tükenme tehlikesi bu tip karakterleri geçen yüzyılın ve bu yüzyılın yediğimiz ilk on yılının hikayelerindeki guru tiplemelerine ilham kaynağı olmuştur. Lost dizisi Kayıp Dünya'dan ne kadar beslendiyse John Locke da Profesör Challenger'dan o kadar nemalanmıştır. Malone'un amacı dışında kullanılan sıradan insan tipi ya da Lord Roxton'un acımasız ve maceraperest tavırları da pek çok hikayeye ilham olmuştur. Misal Peter Parker da Malone gibi kaderin kendisine attığı bacakarası sonucunda zoraki kahramanlık görevini layığıyla yerine getirmiş bir medya gönüllüsüdür. James Bond da Lord Roxton kadar merhamet sahibi ve öldürme meraklısıdır ya da Tony Stark, Lord gibi parasını hem hayırlı hem de serüvenli işlere yatırma taraftarıdır. Kısacası Kayıp Dünya hikayesinin her bir tuğlası günümüz popüler kültürüne bir yerinden sirayet etmeyi başarmıştır. Burada bazı şüpheler olabilir ama tarihin en çok okunan beş yazarı sıralaması yapılsa sondan beşinci olarak listeye girecek birisinin, Anglo-Amerikan herhangi bir hikaye üreticisini etkileyememiş olması daha şüpheli bir durum olabilir.

Şovalyeler, Krallar, Serfler

Gelelim asıl konumuza. Sir Arthur Conan Doyle annesine yazdığı bir mektupta şunları söylemiştir: "Holmes'ü öldürmeyi düşünüyorum. Herkesin iyiliği için boğazını sıkacağım. Beni daha iyi şeyler yazmaktan alıkoyuyor." Yani Sir Doyle'un kendisi Sherlock karakterinden bıkmıştı. Dedektif hikayelerinin arasına sıkıştırdığı 1888 tarihli Micah Clarke ve 1891 tarihli The White Company (Beyaz Birlik) kitaplarına aldığı olumlu tepkiler onu tarihi romanlara daha bir sevketti. Sonunda on kadar tarihi roman yazdı. Bunlarda Yüzyıl Savaşları'ndaki centilmen şovalyelerden, İngiliz İçsavaşı'ndaki çekirdekten yetişme isyancılara, Napolyon Fransa'sıyla savaşan kendini beğenmiş bir süvariden, 19. yüzyıldaki bir boksöre kadar çok farklı konular ve karakterler işledi. Bunlar kendi dönemi için hiç de farklı konular değildi. Seksen yıl önce Walter Scott Rob Roy ve İvanhoe'yu yazmış ve Jane Austen ve türevi yazarların hegamonyasına başkaldırmıştı. Alexandre Dumas Üç Silahşörler'de Fransız tarihini didikliyordu. Gogol Taras Bulba'da Kazak Tarihi'ni işleyeli neredeyse elli yıl olmuştu. Ama Sir Doyle'u benzerlerinden ayıran bir özelliği vardı. Onu 21. yüzyıla kadar taşıyan ve birçok anlatıcının kullanarak kendisinnden çok Sir'ün ölümsüzleşmesine yardım ettiği mükemmel anlatımı.

Beyaz Birlik ve on beş yıl sonra yazdığı devam kitabı Sir Nigel'da, Sir Doyle belli bir metot izlemiştir. İki kitapta da, farklı sebepler sonucunda Fransa'daki uzun savaşa dahil olmak zorunda kalan insani erdemlere bağlı iki gencin sıradan bir bireylikten kahramanlığa uzanan hikayeleri anlatılmaktadır. Sir Doyle'un tarihi romanlarının bir özelliği olan gerçek kişiler ve olaylarla hayalileri karıştırma vurgusu iki kitabında da zirvededir. İlk kitabın kahramanı Alleyne Edricson Najera Savaşı'nda silahtarlığını yaptığı Sir Nigel'ın yanında savaşırken, bizi geçmişe götüren devam kitabında ise aşkını ispatlamak için Fransa'da ün kazanmaya giden Nigel Loring, önce aslında bir barışçıl spor olayı olarak başlayan ama pek çok kişinin ölümüyle sonuçlanan Otuzlar Çarpışması'na katılır, sonra Fransa Tarihi'nin en kara günlerinden birinde tarih kitaplarında yazmayan bir başarı elde eder. Bu dönemin en önemli kişilikleri Kral Edward, Kara Prens, Sir John Chandos,Bertrand du Guesclin hikayelerin yan karakterleridir. Sir Doyle çağımız kültürüne ışık tutan tarzını şu şekilde ortaya koymuştur. Büyük hikayeleri küçük karakterlerle anlatmak.

Karakterin Büyüğü Küçüğü Olmaz


Bu tarz öylesine başarılı olmuştur ki 20. yüzyılda bir yığın örnek çıkar karşımıza. Sir Doyle'dan etkilendiğini bizzat kabul eden Tolkien Yüzüklerin Efendisi'nde Frodo'yu küçükken alır ve onu hikayeyle büyütür, Ortadünya Tarihi’nin en önemli olayının mümessili yapar. İkinci Dünya Savaşı hakkında yazılan en iyi kitaplardan olan Cornelius Ryan'ın En Uzun Gün'ü ve Stephen Ambrose'un Kardeşler Takımı büyük olayları bireylerin gözünden anlatarak gerçekçiliği yakalamıştır. 68 Paris'inin anlattığı The Dreamers'da Bertolucci o büyük olayları üç basit gencin yaşadıklarından anlatır. Er Ryan'ı Kurtarmak da sıradan insanlar aracılığıyla anlatılan bir başka büyük hikayedir. Günümüze yaklaşırsak, Transformers'da Shia Lebouef'ün ismen ve cismen küçük karakteri dev robotların varolma savaşına katılır. Daniel Day Lewis Boksör ve Babam Adına'da İrlanda Tarihi'ni basit karakterlere bürünerek anlatır. Son zamanların en büyük popüler kültür olayı olan Harry Potter'da bile Harry karakteri ve onun basit arkadaşları "tarihi" değiştiren olaylara hikaye içinde kocaman olarak dahil olur. Bu listeye bir de ülkemizden örnek vermek gerekirse bunun en güzeli Kurtlar Vadisi olur. Polat Alemdar herkesin ağzını açık bırakan olaylara ve komplolara girmek için bir mafya babasının yanaşması olacak kadar küçülür.

Bunların hepsi tesadüf olarak da algılanabilir ama Sir Arthur Conan Doyle'un dünya kültürüne etkisini yadsımak biraz algısızlık olur bence. Kalanını Vehbi beye bırakıp kahvaltı yapmaya gidiyorum izninizle.

24 Kasım 2009 Salı

Sherlock Holmes

Kısa bir süre sonra vizyona girecek filmden önce kahramanımızı ve film ekibini biraz daha yakından tanımak adına küçük bir önbilgilendirme...

Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından dünya kültür mirasımıza kazandırılmış hayali dedektiftir. Sir Arthur Conan Doyle kim derseniz, gerekli bilginin siparişini verdik yakında elimizde olacak...
Kahramanımızın en yakın hatta tek arkadaşı olan Dr Watson kankasını " dünyanın gördüğü en mükemmel akıl ve gözlem makinesi" olarak tarifler.Kendinden önce hiçbir karakterde görmediğimiz derecede dikkatli, detaycı, zeki, ukala,kadınlarla duygusal ilişki kur(a)mayan ve yalnız olan biridir.(Aslında bu özellikleriyle son yıllarda bir fenomen olan Gregory House karakterinin de atasıdır. Bu konuyla alakalı bir karşılaştırma yapmayı da planlıyorum pek yakında karşınızda olacak...)

Sherlock Holmes karakteriyle alakalı biraz bilgi edindikten sonra (detayları holmes - house kıyaslaması başlığında anlatacağım) film ekibini biraz mercek alalım.
İngiltere'nin bizlere armağanı olan kahramanımızın filmini beyaz perdeye taşıma şerefi de doğal olarak ingilizlerin dahi yönetmeni Guy Ritchie'ye verilmiştir.
Amerikanlıların "too many men" dedikleri filmlerin ustasıdır Guy Ritchie. Bir sürü insan ortalıkta dolanır. Olaylar öyle bir noktada düğümlenir ki o kadar kalabalık ve alakasız gibi görünen karakter bir araya gelir ve karmaşık olaylar adım adım çözülür.Yönetmenimizin tarzının bir diğer önemli noktası ise karakterlerin aralarında geçen orjinal dialoglardır. Neredeyse tamamı ağzını doldura doldura küfreder. Bunlarla birlikte "flash back" meselesine de takmış durumdadır.
Soundtrack olayında da aşmışlar sınıfındadır.(Madonnayla yatıp kalkan ya huyundan ya suyundan diyeceksiniz ama önceden de böyleydi bu adam...)
Filmi kendi egolarıyla yontmaya kalkmadığı sürece bundan iyisi "Tarantino'dan Arsen Lüpen" beklemek olur.( Guy Ritchie - Tarantino meselesi de iyi malzeme ama neyse...)

Kamera arkasını güvenilir ellere teslim eden yapımcılar oyuncu seçimlerinde de hiç riske girmemiş.
Robert Downey Jr.(Sherlock Holmes),Jude Law(Dr Watson),Rachel Mcadams(Irene Adler) ve Mark Strong(Lord Blackwood) filmin ana karakterlerini oluşturmakta.
Robert Downey Jr. fiziksel olarak illustrasyonlarından gördüğümüz kahramanımızı andırmasa da bu rolün hakkını vereceğinden hiç şüphem yok.Daha önce de "Charlie Chaplin" ve "Tony Starks(Demir Adam) rolleri oynayan biri bu işi de kıvırır.
Rachel Mcadams da özellikle son yıllarda aranan bir oyuncu haline geldi. Hemen hemen her türlü rolde başarılı performanslarını seyrettik.
Kötü adam Mark Strong Guy Ritchi'nin son filminde de oyuncu kadrosunda gördük. İngiliz aktör de yönetmen referansıyla kadroda yerini almışa benziyor.
Tek sıkıntım Jude Law. Dr Watson karakterinin önemini anlatmak gerekirse yazar Arthur Conan Doyle olayları doktorumuzun ağzından anlatmaktadır. Performansı göreceğiz bakalım.

Filmden önce film öngörüsünde bulunmak da pek görülmüş iş değil galiba. Bakalım görelim hep birlikte izledikten sonra tekrar üstüne konuşalım....

Teknoloji Üzerine Bir Teorem


Bana göre 20. yüzyılın en iyi hikaye anlatıcılarından biri olan merhum Micheal Crichton , daha sonra film de yapılıp rezil edilecek olan Timeline ya da Türkçe çakma haliyle Zaman Tüneli filminde acayip bir önermede bulunmuştu. Günümüzde pek bir revaçta olan nanoteknolojinin geleceğini daha o günlerden kavrayan Crichton, insanları geçmişe "fakslamanın" yolunu bulan bir multimilyarderin ve onun geçmişe iadeli taahhütlü yolladığı zavallı arkeolog ve tarihçilerin acı hikayesini bize anlatıyordu. Filmde, aslen yaşayan bir İngiliz tiyatro efsanesi olan David Thewlis'in canlandırdığı sapkın para babası Robert Doniger'in ağzından konuşan Crichton, teknoloji artık insanların can sıkıntısını geçirmeye amadedir, insanları öyle bir eğlendirmeliyiz ki bi tarafları tavana değmeli yolunda laflar sarfetmiştir.(O sözlerin tümü ve tam halini merak edenler kitaba bakabilirler, zira o kadar kötü bi kitap değil kavgama bin basar bence) Her neyse bu zatı muhterem geçen yüzyılın son yıllarında çıkardığı yani doksanların orta yerinde bi yerlerde şekillendirmiş olduğunu düşündüğüm bir hikayede bile, şimdi şimdi kafama yatan bir teoriyi ortaya atmış. Bana da bunun doğruluğunu en azından tutar taraflarını kontrol etme düştü. Ama bunu iki şekilde yapacağım. Birincil olarak da teknolojiyi bizzat üretenlerin açısından bakmak istiyorum.

Ahan da şeytan icadı


Şimdi bu adamlar da senin benim gibi hayat gailesi olan bi şekilde geçinmeye çalışan kişiler değil mi?(benim lafı pek olmadı ama hadi neyse) Yani her ne kadar kendilerini yüksek bilime adasalar da maddi endişeleri olmayanları da aramayla zor bulunur. Bu arada CERN'in biraz altındaki adamlardan bahsediyorum, daha alt kademelerin zaten ilk amacı yükselmek genelde. Peki para kazanmanın en çabuk ve verimli yolu nedir şimdilerde? Popüler olmak dediğinizi duyar gibi oldum irkildim. Popüler olmak, yani avami olmak, tribünlere oynamak. Söylemek istediğim şey, bu adamlar teorik bilimlere ya da insanlığın yüksek çıkarlarına -temsil misal küresel ısınmaya çözüm ya da kansere tedavi- gibi ömür tüketen hedeflere odaklanmadan da, günümüz şartlarında bir google kurarak bir iphone tasarlayarak ya da bir bilgisayar oyunu üreterek, kendilerini ilmin daha asil yollarında çürüten meslektaşlarından daha çok parayı kazanabiliyorlar. Bu saydığım meşgalelerin hepsi kesinlikle bir emek ürünüdür (emeğe saygı +rep) ama ne bileyim kendini ve ömrünü kuantum teorisine vakfetmiş bir fizikçinin gözünde pek değer etmezler sanki. Bu durum en amatör teknoloji ve bilişim üreticisini bile kolay yoldan para kazanmaya iten bir faktör oluyor. Gelelim kullanıcılara ama baştan söyleyim bu tarafta rezaletin boyutları büyüyor.



Sıradan insan için teknolojinin ona kazandırdığı zaman ve para neredeyse her zaman bonus olarak görülüyor. Yani overall insan iphone'u gitar olarak kullanmayı daha çok seviyor ya da mail grupları kurup arkadaşlarına sevimli bebek fotoğrafları yollamaya bayılıyor. Benim de içine biraz dahil olduğum diğer taraf ise "Abi şu özelliği kullanırsan bilmem kaç mb dosyayı veri kaybı olmadan gönderirsin" ya da "bunun bi özelliği var tüm bayilerinle aynı anda telekonferans yapabilirsin" gibi yakarışlarla sıradan kullanıcıyı yola getirmeye en azından teknolojiden birazcık amacı doğrultusunda faydalanmaya yöneltmek istiyoruz ama nafile. Onlar bizi duymuyor, onlar karışık işlemleri ya da önlerine geleni aslında oluşturan cihazları önemsemiyor. Onlar için önemli olan boş zamanlarını kendilerine bile belli etmeyecek yöntemlerle geçirmek. Çünkü hayat günümüzde çok kolay ve insanların boş zamanları o kadar çok. İnsanlar parayı kendilerini eğlendirecek, bazı gerçekleri unutturacak şeylere harcıyor.

Son olarak gelelim ürün seviyesine. Artık teknolojik ürünler de eskisi gibi insanlığın yüksek ideallerinden kaynaklanmıyor. Uzay araştırmaları için üretilen cep telefonları artık bir astronotun o hantal kıyafetleri içinde kullanamayacağı kadar küçük ve karmaşık. Ya da internet yaratılış gayesinin tersine artık askeri sırların güvenliğini tehlikeye atabilecek bir hal aldı. Ve yahut çok daha üstün amaçlar için icat edilen lazer teknolojisi stadyum oyuncağı olmaktan kurtulamadı. Son teknolojinin parayı veren kullanıcıya yansıyan yüzü artık tamamen eğlence amaçlı; dokunmatik ekranlar, hareket algılayıcıları ya da ultra veri depolama yöntemleri bu girdabın en bilinen kurbanları. Temel kimya bilimi bile kola şişelerinden bizi eğlendirmek için fışkırıyor. Yani biz istiyoruz onlar da veriyor. Üstün bilim adamları her zaman hak ettikleri saygıyı görüyor ama bu kısır döngü onların da sonunu giderek yaklaştırıyor sanki...

20 Kasım 2009 Cuma

Dünya'nın en etkili 50 Müslümanı

Georgetown Üniversitesi ve The Royal Islamic Strategic Studies Centre işbirliği ile yapılan bu listede aslında en etkili 500 müslüman var ama hepsini yazıp kafa karıştırmak istemedim. Birkaç Türk var. Listenin ilerleyen safhalarında içinde Mehmet Öz'ün de bulunduğu birkaç ABD vatandaşı da bulunuyor. İlk sıralar dikkat edebileceğiniz gibi genelde krallara ayrılmış. Müftüler, din alimleri ve krallar arasında Tayyip'in adı ve rütbesi ilgi çekiyor. Fethullah Gülen'in hem Hasan Nasrallah'ın hem de İsmaililer'in 49. imamı Şeyh Kerim'in önünde yer alması ise bir lobicilik havası veriyor. Neyse kalanından bildiklerinizi tanıtırsanız sevinirim. Ayrıca Türkçe'ye çevirmedim çünkü erindim, bu kelimenin anlamını bilmeyenler de bi zahmet sözlükten baksınlar.

1. His Majesty King Abdullah bin Abdul Aziz Al Saud, King of Saudi
Arabia, Custodian of the Two Holy Mosques

2. His Eminence Grand Ayatollah Hajj Sayyid Ali Khamenei,
Supreme Leader of the Islamic Republic of Iran

3. His Majesty King Mohammed VI, King of Morocco

4. His Majesty King Abdullah II bin Al Hussein, King of the
Hashemite Kingdom of Jordan

5. His Excellency Recep Tayyip Erdogan, Prime Minister of the
Republic of Turkey

6. His Majesty Sultan Qaboos bin Sa'id al Sa'id, Sultan of Oman

7. His Eminence Grand Ayatollah Sayyid Ali Hussein Sistani, Marja
of the Hawza, Najaf

8. His Eminence Sheikh Al Azhar Dr Muhammad Sayyid Tantawi,
Grand Sheikh of the Al Azhar University, Grand Imam of Al
Azhar Mosque

9. Sheikh Dr Yusuf Qaradawi, Head of the International Union of
Muslim Scholars

10. His Eminence Sheikh Dr Ali Goma'a, Grand Mufti of the Arab
Republic of Egypt

11. His Eminence Sheikh Abdul Aziz Ibn Abdullah Aal al Sheikh,
Grand Mufti of the Kingdom of Saudi Arabia
12. Mohammad Mahdi Akef, Supreme Guide of the Muslim
Brotherhood
13. Hodjaefendi Fethullah Güllen, Turkish Muslim Preacher
14. Amr Khaled, Preacher and Social Activist
15. Hajji Mohammed Abd al Wahhab, Ameer of the Tablighi Jamaat,
Pakistan
16. His Royal Eminence Amirul Mu'minin Sheikh as Sultan
Muhammadu Sa'adu Abubakar III, Sultan of Sokoto
17. Seyyed Hasan Nasrallah, Secretary General of Hezbollah
18. Dr KH Achmad Hasyim Muzadi, Chairman of Nahdlatul Ulama,
Indonesia
19. Sheikh Salman al Ouda, Saudi Scholar and Educator
20. His Highness Shah Karim al Hussayni, The Aga Khan IV, 49th
Imam of the Ismaili Muslims
21. His Highness Emir Sheikh Mohammed bin Rashid al Maktoum,
Ruler of Dubai, Prime Minister of the United Arab Emirates
22. His Highness General Sheikh Mohammed bin Zayed al Nahyan,
Crown Prince of Abu Dhabi and Deputy Supreme Commander
of the UAE Armed Forces
23. Sheikh Dr M Sa'id Ramadan al Bouti, Leading Islamic Scholar in
Syria
24. His Majesty Sultan Haji Hassanal Bolkiah Mu'izzaddin
Waddaulah, Sultan and Yang Di-Pertuan of Brunei Darussalam
25. His Eminence Professor Dr Sheikh Ahmad Muhammad al Tayeb,
President of Al Azhar University
26. His Eminence Mohammad bin Mohammad al Mansour, Imam of
the Zaidi Sect of Shi‘a Muslims
27. His Eminence Justice Sheikh Muhammad Taqi Usmani, Leading
Scholar of Islamic Jurisprudence, Pakistan
28. His Excellency President Abdullah Gül, President of the Republic
of Turkey
29. Sheikh Mohammad Ali al Sabouni, Scholar of Tafsir
30. His Eminence Sheikh Abdullah Bin Bayyah, Deputy-Head of the
International Union of Muslim Scholars
31. Her Eminence Sheikha Munira Qubeysi, Leader of the Qubeysi
Movement
32. His Eminence Sheikh Ahmad Tijani Ali Cisse, Leader of Tijaniyya
Sufi Order
33. Sheikh al Habib Umar bin Hafiz, Director of Dar al Mustafa,
Tarim, Yemen
34. Khaled Mashaal, Leader of Hamas
35. Professor Dr M Din Syamsuddin, Chairman of Muhammadiyya,
Indonesia
36. Maulana Mahmood Madani, Secretary General of Jamiat Ulemae-
Hind, India
37. Sheikh Habib Ali Zain al Abideen al Jifri, Director General of the
Tabah Foundation, UAE
38. Sheikh Hamza Yusuf Hanson, Founder of Zaytuna Institute, USA
39. His Eminence Sheikh Professor Dr Mustafa Ceric, Grand Mufti
of Bosnia and Herzegovina
40. His Excellency Professor Dr Ekmelledin Ihsanoglu, Secretary
General of the Organization of the Islamic Conference
41. General Mohammad Ali Jafari, Commander of the Revolutionary
Guard, Iran
42. Dato' Haji Nik Abdul Aziz Nik Mat, Religious Guide of the
Islamic Party of Malaysia
43. Motiur Rahman Nizami, Ameer of the Jamaat-e-Islami,
Bangladesh
44. Professor Sayid Ameen Mian Qaudri, Barelwi Leader and
Spiritual Guide
45. His Holiness Dr Syedna Mohammad Burhannuddin Saheb, 52nd
Da‘i l-Mutlaq of the Dawoodi Bohras
46. Dr Abdul Qadeer Khan, Pakistani Nuclear Scientist
47. Professor Dr Seyyed Hossein Nasr, Islamic Philosopher
48. Abdullah 'Aa Gym' Gymnastiar, Indonesian Preacher
49. Sheikh Mehmet Nazim Adil al Qubrusi al Haqqani, Leader of
Naqshbandi-Haqqani Sufi Order
50. His Excellency Dr Abd al Aziz bin Uthman Altwaijiri, Secretary
General of the Islamic Educational, Scientific and Cultural
Organization

Yalnızlık Üzerine- Cilt 9, Bâb 10, Sahife 59

Hani burada elemanımız kimsenin aramadığı durumu bir sonraki yazıya bırakmıştık ya, işte o yazı bu yazı :D

Dediğim gibi yalnızlık artık size rasgele (random demek geldi içimden ama hade neyse) gülücükler aşılar. Bu aşılama olaydan, zamandan, mekandan kısacası herşeyden bağımsızdır. Youtube da öğütücüye canlı olarak atılan ineğin çıkardığı sesleri gülücüklerle seyredebilirsiniz. Veya kağıda rasgele notlar alırken ğ (yumuşak ge) nin kuyruğunu çok uzattığınız için kahkahalar atabilirsiniz. Hepsi bu durumda normaldir, amaç ulvi ise bu yolda çekilen çile kutsaldır (kafiyeli oldu beaah ! )



Bir sonraki aşama tepkisizlik aşaması olarak da geçer literatürde. Bu aşamadaki hasta olaylara tepkisiz kalma oranının hızla arttığını bile fark edemeyecek kadar tepkisizdir. Yani o kafanın içindeki artık "daha iyisini buldum ona gidiyorum" demiş gibi, elamanımız herhangi bir process organından mahrum durumdadır. Çalan telefonlara cevap vermez (bunun kesinlikle ama kesinlikle hiçbir sebebi yoktur. Vardır diyen beni bulsun :D ). Facebook msn sohbet iletileri artık saatin tik-tak demesi gibi bir durum haline gelir. Ev arkadaşının eve girdiğinde selam vermesi, camdan giren rüzgarla %100 eşdeğerdedir (Yani rüzgar esince sen rüzgara bişi demiyosun demi? hı? demiyosun demi?..... ben de öyle düşünmüştüm :D )

İşte tam bu sıralar, hani tepkisizliğin zirveye ulaştığı bu sıralar, bizim elamanın burnuna çürük et kokuları gelmeye başlar. Hani çürük et gibi, bozulmuş yumurta gibi filan (anladın sen). Demişler ya "Kase-i ömrün dolacak" diye, işte bizimkinin de "aklı" ile olan yolculuğunun bitmesine çok çok az kalmış, bakırköyden 2 önceki durağa gelinmiştir. Bu arada kase-i ömür den kastım şu videoda mevcuttur, iki nokta üstüste:



Şimdi ise son safha var sırada. Bu haddinden fazla farklılıklar göstereceği için sadece birkaç tanesini yazacağım. Örneğin elemanımız vücudunu bilirli bir çizgide (eksen de olabilir, tam bilemiyorum) periyodik sallamaya başlar. Veya herhangi bir kelimeyi -sadece tonlamayı değiştirerek- milyonlarca kez söyler. Veya vücudunda herhangi bir yeri delicesine (!)(Bu kelime burada pek uygun olmadı ama idare edin zaten yazı da bitiyor :P ) kaşır.

Ol vakit ki iş bu alîl, zencîrîye dönmüştür. Tez kamîsi zenciri ile mahkum edile diye hakkında hüküm kesilir, sonra hayat işte ööööyle akıp gider şimdiye kadar nasıl aktıysa ve gittiyse...


19 Kasım 2009 Perşembe

modern dunya modern insan 4






Bir acının iki yüzü

"Dersim'iz açılım"...!
Bu başlığı bir haber bülteninde gördüm ve midem bulandı. Bu kadar incelikli bir konuya bile kelime oyunlarıyla yaklaşabiliyorlarsa artık ne desek boş. Malum 10 kasımdaki meclisin açılım oturumundan beri Onur "The Monşer" Öymen'in Atatürk'ü savunma maksadıyla Dersim "Olaylarına" yaptığı gönderme hala gündemin anasını ağlatıyor. Başka işimiz yokmuş gibi haşmetmeabın sözlerini irdeledik de irdeledik. Öyle bir söz etti ve öyle bir arkasında durdu ki kendileri, CHP gemisinde çatlak açıldı su almaya başladı. Bendeniz ise medyada bize pompalanan çift yönlü bilgiyle yetinmedim, biraz daha derin ve birincil kaynaklardan haber alayım dedim. Ama önce işin genel hatlarını bi çizelim.

Dersim'de yani şimdiki Tunceli, Elazığ ve Erzincan'ın bir kısmını kaplayan bölgede, yaşanan isyan ve bunun en kanlı biçimde bastırılması inkar edilemeyecek bir gerçek. Şimdilerde İsrail için söylenen "orantısız güç" kavramı Türk Ordusu tarafından tam anlamıyla uygulanmış. Örneğin Türkiye tarihinin ilk hava harekatı, Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen önderliğinde Tunceli'ye düzenlenmiş. Binlerce kişi haklı ya da haksız öldürülmüş, daha fazlası sürgüne gönderilmiş, o zamanın yasalarına göre idam edilme yaşını geçmiş olan isyanın lideri Seyyid Rıza bir rivayete göre yaşı küçültülerek idam edilmiş. Üstelik Avusturalya'da soykırım olarak değerlendirilmiş bir eylemin benzeri ve küçük boyutlusu yapılmıştır. Bunlar Atatürk tarafından meclis kayıtlarına geçen şekliyle, yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmanın engellenmesinin önüne geçilmesi olarak adlandırılmıştır. Günlerdir havada rakamlar uçuşuyor. Elli bin altmış bin, sonuçta ağanın eli tutulmaz. Ama bunların gerçekliği ne kadar doğruysa ben de o kadar jinekologum herhalde. Fakat bu olayların Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı zulmü olduğunu görmemek de biraz saflık olur açıkçası.

Şimdi gelelim Aleviler'in isyan ve mezalim tarihçesine. Taa Hz. Ali'den başlayan yönetime başkaldırı hareketleri, Hürremiler, Karmatiler, İsnaaşeriyyeciler, Kızılbaşlar ve aradaki bir çok başka topluluk aracılığıyla günümüze kadar gelmiştir. Bunların çoğu Hz. Hüseyin ve yoldaşlarından tutun, Dersim Alevileri'ne kadar gibi zulümle karşılaşmış, bir kısmı da Hz. Ali'nin Haricilere yaptıklarını örnek alıp sertliğin bizzat kaynağı olmayı seçmişlerdir. Zira Safeviler'in Tebriz'deki Sunni imamlarını hatta sunni olduğu iddia edilen herkesi birer birer avlayıp sokak mahkemeleri sonucu idam etmesi Şiiliğin sürekli ezilmiş olma fenomenine tamamen zıttır.

İşte bu Fenomen 1937 ve 1938 de zirveye ulaşarak 1940'lara kadar devam eden Dersim olaylarının sonrasındaki dönemi çok etkilemiştir. Bu tarihten sonra özellikle Marksizm'in ülkemize uğramaya karar verdiği 60 ve 70’lerde ezilmişlik edebiyatı kullanılarak, bu insanların yaşadığı Alevilik, bir çeşit isyan hareketine dönüştürülmeye çalışılmış. Bu arada bunlar birincil kaynak bilgileri. Olağanüstü hal döneminde ise bedava yaşam (elektrik su ya da herhangi bir vergi olmaksızın, üstüne devletten yardım alarak) alışılmış bir çaresizliği tetiklemiş ve terör örgütü belli bir destek bulmuş. Şimdilerde ise durum daha da ilginç. Geçenlerde reisi cumhurumuzun ziyaret ettiği Tunceli Cem Evi'nin getirilen bağışları "dağdaki" birilerine ulaştırma merkezi olduğu rivayetleri var. Üstelik Dersim olayları gerçekten umurlarında değilmiş. Dersim sendromunu asıl yaşayanlar, geri de kalanların çocuklarından çok sürgün acısını kuşaklardır yaşayanlar belki de.

Şimdi gelelim Monşer'e. Ben Atatürk'ü savunuyorum diyerek işin içinden çıkmaya çalışmak tek kelimeyle Atatürk'ü istismar etmek değil de nedir.(üç kelime oldu ya neyse...) Ayrıca Atatürk'ün ve o dönemin tüm politikalarının ak temiz ve pak olduğunu iddia etmek zaten insanın hatasız yaratılmamış olmasıyla ters düşer. Bu ancak devletin tarihi istediği yönde yazma girişiminin uzantısı olabilir ancak. Onur Öymen sadece yıllardır bilme zorunluluğu olanları dile getirmiştir. Yani bu kafa yapısının zaten hakim olduğu CHP'den istifa etmesi en azından beni zerre kadar alakadar etmez.

Hadi bir sonuca varalım. Dersim bir zulüm. Ama aynı zamanda insanların acısının kullanıldığı bir siyaset arenası da değil mi? İki ucu boklu değneğin sadece bize değen ucu da olabilir. Karar maymun iştahlı, balık hafızalı, şiddet yanlısı Türk kamu vicdanının...

17 Kasım 2009 Salı

Yalnızlık Üzerine- Cilt 2, Bâb 1, Sahife 21

   "Yalnızlık ne zaman, ne şekilde ortaya çıkacağı belli olmayan, süreci ve sonuçları ise hiç kestirilemiyen bir durumdur" diye bir tanımlama yapıyor ünlü alman sosyolog Herr Ehren Flüssigkeit.

   İnsanlık tarihinden olaya başlangıç yapıp, ilk insanlar olan hz. Adem (babamız) ve Havva (annemiz) in yalnızlıklarından söz edip, daha sonra konuyu farklı zaman dilimlerindeki yalnız kaşif veya liderlerden bahis açarak yumuşatıp daha sonrada günümüzdeki yalnız yaşam tarzına getirecek değilim açıkçası (ağzınızın suyu aktı biliyorum :D ama kusura bakmayın...) balıklama, direkman, bodoslama giriyorum hazır olsun.

   Yalnızlık "hayatımın şu an en keyifli anı herhalde ya" dediğiniz anların tahminen birkaç gün/hafta sonrasında kendini gösterir. Tadından, hazzın zirveye ulaşması sonrasında o tada muadil veya daha üstün tatlar ile hazlanmak her insanoğlunda bulunan bir üçgüdü (mesela bir muz ve sarelle yiyecekseniz önce muzu sonra sarelleyi yersiniz, bu da aynı mantık işte, zor değil yani). İşte bu içgüdü eğer yetkili ve yeterli kişiler tarafından eğitilmedi, yoluna konulmadı ise kendinizi bir anda küçücük dünyanızda yapayalnız bulursunuz. Dikkat edin yalnız değil yapayalnız.

(fotoğraf pasotraspaso ya aittir)


   Öncelikle eski oyalanmalarınız ile vakit geçirmeye çalışırsınız (kitap, internet, herhangi bir el sanatı, msn, facebook vs vs). Fakat her ne hikmetse bu işler artık size lezzetli gelmez (neden acaba?). Kitabın sayfaları sizi boğar, monitörün ışığı sizi rahatsız etmeye başlar (halbuki önceden etmiyordu), facebook da videolar hep aynı gelir gibi gibi. işte tam o vakit aklınıza gelen zincirleri kopartır ve süreç başlar. Ben yalnız mıyım?

   Zaten yapacak pek birşeyiniz olmadığı için bu soru günün büyük bir kısmında aklınızda "bir an önce cevabı bulunacaklar" kısmına yerleştirilir (E tabi düşündüğünüz şeye göre şekil alır hem ruhunuz hem fiziğiniz). Siz günlerce bu soru ile meşgul olurken şööyle tam şuranızda (göğsümü işaret ediyorum) bi şeyler oluşur sizi rahatsız eden. Ne yaparsanız yapın kurtulamazsınız ondan. Kısa süreli gülümsemelerinizde hatta anlık kahkahalarınızda bile sizi yalnız bırakmaz. Sanki yemek borunuzda bişey kalmış da bi türlü aşağı inmiyor (sanki aşağı ise iyi mi olacak o da ayrı mesele ama...)

   Ayrıca yüzünüz asılır, asılmakla kalmaz sarkar sarkar! Gören artık "Gemiler nerde battı hacım?" esprisini bile yapmaz olurlar. Ve daha birçok yan etki ile beraber ev eksenli bir yaşamın içinde bulursunuz kendinizi.

   Ev-ev-ev üçgeninde tüm bi gününüz geçer uzuuuun süre (Yani 1 hafta evden çıkmayan var mı deseniz hiç düşünmem "Var" derim).Yemekler evde, internet evde, dinlenme evde, hava alma evde, sinema evde, çay evde, gezinme evde kısacası mekandan bağımsız bir şekilde tüm ihtiyaçlarınızı evde giderirsiniz.

   Çok ilginçtir (ki burayı ben bile hala çözemedim :D ) belli bir süre sonra evde mutlu olmaya başlarsınız. Mutluluktan kastım tabi gerçekten mutlu olmak değil. Bir güç rasgele zamanlarda size gülücük aşılar. Yani mesela yemeğin altını yaktığınızda gerçekten içten bi gülücük atarsınız. Veya çay içerken poşet çayın kağıdı bardağın içine gittiğinde kendi kendinize konuşur ve gülersiniz. Bu olayın en iyi anlaşılacağı multimedia şu videoda mevcuttur. Dahası da israftır, başka bişey de demiyorum!



   İlerleyen safhalar (tabi bu şanslı kişiler için geçerlidir) arkadaşlar, akrabalar (kısaca bir insan veya insan grubu) tarafından bir şekilde bir ortama çağırılmak şeklinde gelişir. Pek tabi yalnızlık kanına işlemiş kişi 10. ısrara kadar davete "Absolutely no" şeklinde cevap verir (herhangi bir türkçe aşağılık kompleksim veya USA-UK sempatizanlığım yok. Sadece bu kelimenin telaffuzunu çok sevdiğim için kullanıyorum). Eğer arayan "esas oğlan/kız" ise 11. daveti eder ve elemanımızın yalnızlığı burada sonlanır...

   Olaki ilerleyen safhalar uzadııı uzadıııı uzadııııı ve kimse aramadı. İşte onu da başka bi yazımızda inceleyeceğiz.

   Bitiriş cümlem, asıl anlamının hiçbir zaman kavranmadığını düşündüğüm bir özlü söz (klişe değil özlü söz) olarak , aslında bu yazıda da yalnızlığın ASIL anlamını anlat(a)mayan kişiye yani bana gelsin...

Allah kimseyi yalnız bırakmasın


Ve Nükleer Santralde Beklenen Son...


Zzz.. Uyusun da büyüsün nükleer santralimiz. Daha önce burada değindiğimiz nükleer santral ihalesi hakkında pek de ümitli olmadığımızı şu sözlerle belirtmiştik:
"Geçen gün (10 kasım 2009) Danıştay nükleer santral ihalesinin "yer" ve "elektrik satış fiyatı" ile ilgili maddelerinin yürütmesini durdurdu. Bu, yoruma açık bir durum. Daha önce " ihaleyi Kasım sonunda bitirmek istiyoruz" diyen Bakan Yıldız, şimdi "henüz ihale durdu diyemeyiz" diyor. Kısacası durum belirsiz. Öncekiler gibi yavaş yavaş yılan hikayesi tadı vermeye başlayan nükleer macerası için, Türkiye'nin nükleer santral ihaleleri konusundaki en tecrübelilerinden biri olan hocam bile umutsuz. Anlaşılan plansız programsız işlerden biriyle daha karşı karşıyayız, pehlivan tefrikası gibi mübarek; uzadıkça uzuyor"
Bugün Bakan Yıldız bir açıklama yaptı. Gazeteler biraz temkinli yazmış; "iptal sinyali" demişler. Sinyal ne yahu? Işıldak bu.
Şimdi Sin
op ve Mersin için iki ayrı ihale yapılacak. Üstelik bu ihalede uygulanan ve örneği başka hiç bir yerde henüz görülmemiş olan yarışma modelinden vazgeçiliyor. Yani kim daha ucuza yaparsa ona verilecek kaidesi kalktı. Yeni ihale modeline kamu da katılacakmış. Üstelik önceki ihalenin son kısmında (Ruslar hariç)"yok sağolun biz almayalım, size hayırlı işler" diyen firmalar şimdi "biz hazırız, şartları görelim" diyorlarmış. Belki bu haliyle bize göre en mantıklı görülen CANDU (Kanada firması) modeli reaktörün yapılması kararı çıkar. (Bu CANDU hakkında da bir yazı düşünüyorum zaten). Hadi bakalım hayırlısı.

modern dunya modern insan 3




AKM (Atatürk Kültür Merkezi)

Atatürk Kültür Merkezi bilindiği üzere son bikaç yıldır yıkılsın yıkılmasın olmadı tadilat yapılsın gibilerinden ülke gündemini meşgul etmektedir.
Bu tartışmaların bu kadar uzamasının temeli de her zamanki gibi "muhafazar kesim" gibi görünen hükümet ve yandaşları ile "cumhuriyetçi kesim" gibi görünen ana muhafelet partisinin meseleye at gözlükleri ile bakmalarından kaynaklanmaktadır.
AKM kabul etsek de etmesek de Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde modern mimarlık akımları sonucu üretilen en nitelikli birkaç yapıdan biridir.
(Milli Reasürans Binasını(Sevinç, Hadi Şandor-1994) da anmadan geçemeyeceğim.)
O kadar ki Türkiye Cumhuriyeti mimarlık literatürü gibilerinden bişey oluşturulsa bu işten azıcık anlayan herkesin ilk sıralara oturtacağı çok başarılı bi sonuç üründür.(Kişisel değerlendirme yaparken de binanın yapıldığı zamanın şartları ve imkanlarını da göz ardı etmeyin...
Bina birkaç kez açılmış yanmış kapanmış tekrar açılmış. Bu yüzden şu anki haliyle açılışı 1977 diyebiliriz.).
Hepsini geçtim 1. dereceden tescilli bir binadır.Şimdi siz de soracaksınız her tescilli bina nitelikli midir? Hepsini bilmem ama bu bina hakikaten değerli bir binadır.
Bunların dışında bina İstanbul'daki opera ve bale alanında hizmet verebilecek donanıma sahip tek kültür merkezi konumundadır.
Şimdi meseleye farklı bir noktadan bakalım.Bina şöyle değerlidir böyle cicidir dedik.Bunlar tamam. Fakat gel gelelim şu anki haliyle ihtiyaçlara ne kadar cevap verebiliyor.
Yeri itibariyle dünyanın m2 fiyatı olarak bile değerlendirirsek en değerli alanlarından birini işgal eden AKM görevini yerine getiriyor mu?
Cevap basit hayır.
Ne yapmak lazım peki bu noktada asıl sorun burada ortaya çıkıyor bana kalırsa.
Tabii ki bu konuda tek ben değilim bunları alt alta sıralayıp ne yapmak lazım sorusuna yanıt arayanlar cevabı da bulmak için aslına bakarsanız mimarlık duayeni, sanat oteritesi ya da siyasetçi falan olmaya gerek yok.
Yapılacak iş yenilemedir.Yetkililer (kimse artık onlar) de tadilat yapılmasının en doğrusu olduğuna karar verip işi kime yaptıracaklarını düşünmeye başlarlar.
Aslında cevap da basittir bu işi babasının hayrına yapacak adam ellerinin altındadır.
Babasının hayrına derken gerçek manayı kast ettim. AKM'nin müellifi Hayati Tabanlıoğlu'nun oğlu Murat Tabanlıoğlu bu iş için aranan kandır.Hem projenin orjinal ruhunu korumak hem de günün şartlarına uygun hale getirecek kişidir.(Bu adam kimdir dersek de Canyon, Levent Loft,Sapphire gibi projelerle herkesin aslında tanıdığı biridir.)
Bu doğrultuda çalışmalar başlamış ve proje revize edilmiştir. 1. derece tescilil bina olması dolayısıyla yapılacak ekler ve yeni düzenlemeler uzun uğraşlar sonucunda anıtlar kurulunun da kişiye ve mekana özel izinleriyle tamamlanmıştır.
8 ay gibi süre sonunda tamamlanacak yeni AKM 2010 Kültür Başkenti İstanbul naralarının arasında perdelerini açacak derken yine olmadı.
Geçenlerde başbakan ağzından yıkılmasından yanayım gibilerinden bişeyler kaçırdı.
Ortalık yine karıştı proje rafa kalktı.Ufak tefek boya badana ile AKM günü kurtarmak adına kısa bir süre sonra açılacak ve anladığım kadarıyla yıkılacağı güne kadar bu şekilde idare edecek.
Azıcık da komplo teorisi üreteyim bakalım. Projenin yenilenmesini üstlenen "Tabanlıoğlu Mimarlık" yıllardır "Doğan Medya" adına ne kadar bina üretildiyse tamamının tasarımcısıdır.
Bununla birlikte sürekli gündeme gelen giden ısıtılan soğutulan "Galataport" projesi de "Tabanlıoğlu" ekibine aittir.
Bunda sonra herkes kendi teorisini üretsin ben aradan çekiliyorum...
AKM yıkılsın dedik.Yerine de yine aynı fonksiyonları içeren "STAR MİMAR" sıfatına haiz bir mimara da proje yaptırdık.Bunun maliyeti nedir diye kafa yoran var mı acaba?
Frank Gehry adı geçiyor mesela. Dünyada İspanya'nın Bilbao kentine yaptığı Bilbao Guggenheim binasıyla adını duyurmuştur.On numara binadır.Olay olmuştur. Bilbao'nun turizmini işte efendim 3 katı 13 katı artırmıştır."Bilbao effect" adıyla birşey doğmuştur.Bunların tamamı doğrudur.
Fakat İstanbul Bilbao değildir.
Ayrıca "STAR MİMAR" dediğimiz adamların binalarının maliyetleri söz konusu olduğunda ağızları milyar dolarla açılır.
Seyrentepe Stadı meselesinde gördük bizim ülkede bu tür işler nasıl ilerliyor.
Şapkamızı önümüze alıp bir kere daha düşünmek için hala geç sayılmaz...

16 Kasım 2009 Pazartesi

modern dunya modern insan 2






Ademoğulları üzerine bir teorem

Teorim şu. Modern insan ortaçağdan beri bir sistem içinde doğar. Bu sistem yıkılmaya, değişmeye, değiştirilmeye hatta farklı yorumlanmaya bile sıfır toleranslıdır. Bu yüzden insan akıl sahibi olduğunda sisteme ayak uydurmaya başlar. Sistemin değerlerini kendi değerleri haline getirir. Hatta bu değerleri sistemin kendinden daha çok benimser. Sistemin otoritesi ve aşılmaz görünen gücü karşısında ezilir bükülür ve sistemin dayattığı yaşam tarzını benimser, sonunda bir facebook milliyetçisi ya da Fransız devrimini resmeden tablolarda arkadaki seyirci olarak kalır. Tek izim ayak izim mantalitesiyle yaşar.

Ama bazıları gelir, sisteme ayak diretir, statükoyu yıkmaya karar verir. İhtilaller, katliamlar gırla gider. Bu adamlar iz bırakır şu fani Dünya’da. Ama sistem zaman kavramını bilmez. Büyük insanların ölmesini bekler. Çünkü tuzu kurudur. Sonra gelir bu büyük insanları ve onların fikirlerini hapur hupur yer. Onları kendine mal eder. Sonunda hepimiz sisteme mahkum oluruz.

Bu teorime göre, günümüzde milliyetçilik, ırkçılık, liberallik, humanistlik, varoluşçuluk ve kahroluşçuluk gibi zibilyon tane akımın peşine takılan bizler ve bizim gibiler, sisteme ayak uydurmaktan gayri hiç bir şey yapmıyoruz. Sonra birileri bırakın sisteme karşı çıkmayı, sistemin isteğini başka türlü yapınca bile onları oturduğumuz yerden vatan haini ilan ediveriyoruz.Boş geldik boş gidiyoruz monşer. Ayrıca bu teori eksik. Ne zaman başladı bu sistem? Ayrıca bu yazı da hiç resim yok. Dökümantasyon eksik, görsellik sıfır. Yine kaldık mı bu sene…

15 Kasım 2009 Pazar

Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki ?


Ünlü Alman şairi Bertolt Brecht böyle soruyor. - Ünlü dedim ancak ben daha kendileri ile yeni tanıştım, tanışıklığımı da pek ileriye götürmek istemiyorum. Bu sözünde kaldım :) –


Bu soru ile geçtiğimiz 11. Uluslar arası İstanbul bienalinde karşılaştım. Hatta bu soru beni karşıladı diyebilirim. Bienal hakkında fikirlerimi günlükte açılan bir başka konuda belirttim- Sermayenin hükmettiği bir sanat anlayışında bu soru hakikaten büyük bir ironiydi gözümde. Koskoca Koç holding, nur topu gibi bir bankası olan holding böyle bir soru ile açıyordu bienali.. :)


Soru beni çok etkiledi hatta bu afişin bir fotoğrafı telefonumun duvar kağıdı oldu.. Pek tabiî ki “banka soymalıyım” gibi bir düşünce zihnimde belirmedi. Sadece acı bir gerçek sarsıcı bir şekilde gözlerimin önüne bütün üryanlığı ile çarpıldı..


Sermaye karşıtı bir insan olduğumu düşünebilirsiniz ama değilim. –Çok ta sermaye taraftarı değilim :/ ziyadesiyle kolektif bir yaşamı diliyorum --


Neyse konumuza dönelim.. Dönelim ancak konuya girmeden belirtmem gereken bir husus burada okuduğunuz her satır zihnimden bir çırpıda sizin ekranınıza gelen duygusal bir yazıdır. Herhangi bilimsel bir yanı bulunmadığı gibi hiçbir kurum, kuruluş, sosyal çevreyi bağlamamaktadır …[Beni bile bağlamaz] — RTÜK uyarısı gibi oldu :) –


Banka soyguncuları kişisel çabaları (zihinsel, bedensel) ile işlerini icra eder iken banka kurucuları bunu salt sermayenin gücü ile yasal sınırlar dahilinde yaparlar..


Çok fark var mı ¿


Evet bayağı farklı… İkisini de tasvip etmesem de ikincisini hiç tasvip etmiyorum.. Ne kadar uygun faiz oranları derseniz deyin hiçbir banka hiç kimseye asla karlı olmadığı koşullarda kredi vermez.. (Mevduat toplarken de karlılığını en ince detayına kadar düşünür.. Kuruşların hesabının yapıldığı trilyon dolarlarlık bir sektörden bahsediyoruz.. ) Banka kurucusunun (sahibinin, sermayedarlarının) yaptığı işten çoğu kez müşterisi de karlı çıkar. (Buradaki karlılık reel bir karlılık değil de kişi ya da kurumun ihtiyaçlarının giderilmesidir.) Ancak bir soyguncunun bankayı soymasından kendisi dışında karlı çıkanı olur mu bilemem :)


İhtiyaç giderme demişken Voltaire amcanın bir sözü geldi aklıma “gerçek gereksinimler olmadan gerçek hazlar alınamaz” [Aha konudan sapıtıyor.. Yok yok her şey öyle iç içe ki kafamızın bulanıklığı da bundan olsa gerek ] Böylesine iştah kabarıklığı ile her şeye saldırmak bu insanların gerçek ihtiyacı mı ¿ Sorgulanması gereken bir başka soru daha.. [İçses: Soru işaretlerinin kancaları beyninizi rahatsız edene kadar sorun, direnin devam edin.]

Sermaye sahibi bu dev holdingler bankalar kuruyor ve hukukun sınırları dahilinde müşterilerine krediler sağlıyor, mevduatlarını toplayarak reel ekonomiye aktarıyor..


Peki gerçekten öyle mi ¿


Durun bu soruya cevap vermeyin hemen çünkü aklıma daha can alıcı bir soru daha geldi :) Bu bankalar neden reel ekonomiye göre karlılıklarını daha fazla arttırarak büyümeye devam ediyor ¿ -Acı bir tebessüm vardır dudaklarınızda diye umuyorum- Bu kadar ucuzdu kredileriniz de nasıl oldu üreticiden fazla kar ettiniz ? – [Çok soru soruyorum, küçüklükten beri böyleyim bağışlayınız…]



Efenim naçizane fikirlerimi sunayım.


Hani globalleşen dünya diyoruz ya.. Aslında dünyanın global bir köy olduğu yok. Artık insanlar arasında bir iletişimsizlik, bir güvensizlik çağı yaşanıyor. Nerede öyle eskisi gibi borç para alabileceğiniz dostlarınız.. Yoklar çünkü onlar faiz karşılığında paralarını güvenilir (¿) sermaye sahiplerinin bankalarına yatırıyorlar ve sizler o sermaye sahiplerinden (bankalardan) belirli bir faiz karşılığında borçlanıyorsunuz..Güven (¿) Yook karşılığında ne teminatlar isteniliyor.. Vah ki vah…


O insanlara yaklaşıp, kulaklarına hafif bir tonda “düşlerinizi bir puanlık faize satan canım çağdaşlarım, kendinizi katlediyorsunuz.. “ demek geliyor içimden..


Peki o kadar saçma şeyler okuttun bize, arkadaş ne diyorsun ? diyorsunuz sanki..


Şöyle söyleyeyim..


Bireysel ihtiyaçlarınızı gidermek için bir tüketici kredisine başvurmadan önce kendinize birkaç soru sorun..

İlk sorunuz “buna gerçekten ihtiyacım var mı? ” olsun.. Eğer buna gerçekten ihtiyacınız var ise “Dostum var mı? “ diye sorun.. Hatta bu soruyu “Ben dostlarımın böyle bir ihtiyacını gidermek için çabalar mıydım? “ sorusu ile birlikte sorun..Eğer son iki soruya cevabınız hayır ise siz bitmişsiniz. O kredi sizin anlık ihtiyacınızı gidererek anlık bir haz yaşatacaktır.. Ve emin olun yüzünüzdeki gülümseme rüzgarlı havada zoraki yanan kibritin alevi gibi geçici olacaktır.. Yazık oldu :/


Eğer bir iş sahibi ya da ortağı iseniz mal alıp verdiğiniz firmalar ile güven esaslı bir ilişki kurmaya bakın (Şu çağda benim utanmazca verdiğim öğütlere bakın, evet tozpembe gibi gözüküyor ama siz ne kadar iyi iseniz, insanlarda o kadar iyi olacaktır… (olamayanlar insan değildir! (Parantez içi parantezler, gelir sizin zihninizi darmadağın eder :p ) ) ) Şimdi uzun uzun değinemeyeceğim ama ortaklıklarınızı genişleterek büyümeye gayret edin.. Hani derler ya sermayenin tabana yayılması işte tam da söylemek istediğim bu (Öyle hisse senedi piyasasından bin lot koç holding kağıdı almakla şirkete ortak olduğunuzu, kimi büyüklerin dediği gibi sermayenin halka yayıldığını düşünmeyin… ) İşinize, eşinize, çevrenize yatırım yapın..


Eyy insanlık beni çileden çıkarmayın, üzüyorsunuz şu genç yaşımda beni.. Milyarderlerin kasalarına giren büzülmüş dolar parçası olmayın! Dostunuzun yanağında gülümseme, çocuklarınızın yüreklerine umut olun.. Bu yazımı damağı suya hasret kalmış insanlığa armağan ediyorum .. (Çok ta umurlarında değildir ama neyse…. )

Sevgiyle kalın…

Bununla alakalı yazılar

Related Posts with Thumbnails