Pages

29 Kasım 2009 Pazar

Tarihin Atıldığı Dipsiz Kuyu..............: Azebler, Serdengeçtiler, Deliller ve niceleri; Türk Ordularında İntihar Kültürü



Öyle bir zamandayız ki artık ölüm bile polemik malzemesi yapılabilecek kadar alçaltılabiliyor. Kahraman bir asker, kifayetsiz bir siyasetçi ya da çıkarcı bir akademisyen aynı düzlemde buluşup, binleri az görüp milyonları kendilerine alet ederek, şu kadar şehit verelim ama şuraları da alalım tarzı açıklamalar yapabiliyor ama daha vahimi buna itibar edilebiliyor. İnsan hayatı ülkemizde hiç bir zaman değer kazanmamışken bunları anlamamak da zor tabii. Eğer bu kültür içinde yetişmişseniz, bu askerlik mantığıyla eğitilmişseniz ve selefleririnizden böyle görmüşseniz birde başka türlüsünü düşünemeyecek kadar sıradan ayrılamıyorsanız size de bu yakışır zaten.

İnsan hayatı değersizdir bizde, hele bir de bu insan asker sıfatıyla yüceltilmişse birinciönceliği ölmektir. Tabii ki bu ölüm vatan uğruna ve belirli bir amaç için gerçekleşmelidir. Yoksa bu kayıpları acı çeken ama gizliden mantıklı veya mantıksız bir açıklama bekleyen kamu güruhlarına nasıl anlatabilirsiniz? İşte bu yüzden eskiden beri otoriteler savaşlarda ölmeleri için seçtikleri askerlere bir kılıf üretmişlerdir. Bu askerler bazen bekar oldukları, bazen gönüllü oldukları bazen de sadece orada oldukları için bu göreve seçilmişlerdir. Ama bir ortak özellikleri vardır o da her daim kahraman olmakdır.

Bekarlık Sultanlıktır?

Benim hedefim Osmanlı o yüzden, Çin sarayını darmaduman eden Kültigin ve arkadaşlarını ya da Hasan Sabbah'ın suikastçilerini (her ne kadar Haşhaşiler Türk devletlerine hiçbir zaman hizmet etmemiş olsalar da içlerinde hep Türk unsurları bulunmuştur) anlatmak işime gelmiyor. Osmanlı'da bu zor görevlerin taliplileri hep bulunmuştur. İsimleri ve görevleri ise değişiklik arzediyordu. Mesela Azebler Osmanlı'nın en ucuz askerleri olarak öne çıkmışlardır hep. Rumeli halkı akıncılara ve gazilere sahip olduğu için daha rahat yaşayan Anadolu reayasından seçilen bekar erkekler Azeb adıyla askere alınırdı. (Azeb zaten bekar demektir) Gönüllü oldukları hep söylense de genellikle köy muhtarının ya da şehrin subaşısının insafına kalan azeb yazımı, zengin ailelerin çocuklarına pek rast gelmezdi. Çünkü azeblik zor zanaatti. Öncelikle orduda ne bir rütbeye ne de bir hakka sahip olurlardı. Teçhizatlarını tedarik etmek genellikle kendilerine ait olurdu. Genellikle yürürler ve ordu hareketteyken en pis işlere verilirler, destek birliklerinin amelesi olarak çalıştırılırlardı. Tek gelirleri ise olursa ve onlara kalırsa ganimetten "pay" almaktı. Yükselme şansları çok düşüktü. Ancak çok önemli kahramanlıklar gösterenlerine tımar verilirdi.

Ama işlerinin asıl zor kısmı ordular karşılaştığında başlardı. Bu okçu piyadeler, Osmanlı Ordusu'nun ilk saflarını oluşturur, Akıncılar'ın üzerlerine çektiği genelde ağır süvari gruplarını karşılarlardı. Osmanlı, düzenli ve önceden planlanmış savaşlarının neredeyse hiçbirinde düşmandan daha az değildi. Bu yüzden azebler gibi basit birliklerin düşman hücumunu kırmak gibi ölümcül işlerde heba edilmesi komutanlar için pek önem taşımazdı. Zaten Azebler'in bekar olmalarının da sebebi buydu. Geri dönme şansları az olan azeblerin arkalarında bir aile bırakmaları iyi olmazdı. (Serdengeçtilerde de bu durumu görülecektir) Azebler'in kırıldığı Birinci Mohaç ya da Birinci Kosova gibi Avrupa süvarisine doğrudan hücum şansı veren düz ova savaşlarında otorite sonuçtan hep memnun kalmıştır. Ancak azeblerin yapması gerek "işi" daha değerliler mesela yeniçerileri yaptığı Niğbolu Savaşı'nda Yıldırım Tuna'ya bakan bir tepe üzerindeki binlerce kırmızı abalı cesede bakıp üzüntü ve sinirden ağlamış, intikam için binlerce esiri idam ettirmiştir.

"...Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan/ Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran..."

Ordu-yu Hümayun'da zor görev tanımı sadece düşmanı durdurmak değildi elbette. Atalarımız neredeyse duraklama dönemlerinin sonuna hatta gerilemenin başladığı 18. yyın ortalarına kadar düşmalarından hep daha zengin imkanlara sahiplerdi. Ordular hep daha iyi hizmetlere sahipti, hiçbir zaman yağma yapacak kadar zor durumda bırakılmamıştı paralarını genelde düzenli olarak alıyorlardı ve tayınları hep daha iyiydi. Ama Osmanlı'nın eksiği zamandı. Avrupalılar, devasa Osmanlı topları kale duvarlarını dümdüz etmeye başlayınca ilginç geometrik şekillere sahip kaleler yapamaya yani Trace İtallienne'yi kullanmaya başladıklarında Osmanlı orduları da seferlere daha çok zaman ayırmak zorunda kaldılar. İlk başarısını Malta'da kazanan bu mimari akım, sonraları tüm Avusturya-Macaristan sınırını koruyan bir kaleler ağına ilham verdi. Bu kalelr toplarının iyi konumları nedeniyle Osmanlı topçularına çok daha iyi karşılık veriyor ve yapılan hücumlara karşı daha iyi savunma sağlıyordu. Osmanlı ordusu ise zamanla başa çıkamıyordu. Uzaun kuşatmalar hem devletin kaynaklarını hem de askerlerin moralini tüketiyordu. Kuşatmaları sonlandırmak ise son derece ölümcül saldırılar ile mümkün olabiliyordu. Bir gece baskını ya da patlatılan bir lağımdan yapılan saldırılar, bazen sonuç versede saldırıyı yapanlar için çok tehlikeliydi ve bu işlere sadece gönüllüler alınıyordu. İşte bu gönüllülerin genel adı "serdengeçti" idi. İlk serdengeçtiler gönüllü yeniçerilerdi ama daha sonra azebler ve eyalet askerlerinden de serdengeçti alınmaya başlandı. Başlarda, yeniçeriler kural gereği bekar oldukları için ayrıma gerek olmuyordu ama ocak bozulup neferler aile kurmaya başlayınca serdengeçtiler sadece bekar yeniçerilerden alındı. Çağrı ise basitti. Zor bir görev ordugaha dikilen bir bayrakla açıklanıyor, gönüllüler ise bayrağın altında toplanıyordu. Serdengeçtilik azebliğe göre daha iyi şartlara sahipti. Serdengeçtilerin maaşları arttırılıyor, bazen tımar veriliyordu. Yoldaşları arasında itibar göstergesi olarak börk yerine sarık takabiliyorlardı. Ama serdengeçtilik daha öldürücü bir meslekti. Görevlerde ölüm oranı neredeyse yüzde doksandı. Slankamen (1691) ve Petrovaradin (1716) savaşlarında önce Köprülü Mustafa Paşa sonra da Silahtar Damat Ali Paşa Avusturya ordularına yanlarındaki birkaç yüz serdengeçti ile hücum etmiş

Avrupalılar meydan savaşları için de bir yenilik getirip, tercio denilen uzun mızraklılar ve tüfeklilerin bir arada yer aldığı sıkışık bir düzenle savaşmaya başlayınca serdengeçtiler için yeni bir görev tanımı daha ortaya çıktı. Batının savaş tekniklerini iyi takip eden Osmanlı, terciolara karşı uygulanan bir yöntemi hemen uygulamaya aldı. Büyük kılıçlarla mızrak duvarlarının arasına giren askerler, düzenli hatları bozabiliyordu. Ancak bu tehlikeli bir işti ve serdengeçtilere havale ediliyordu. Ancak bu serdengeçtiler yeni bir isimle anılacaktı. Hotin Savaşı'nda üst ortada Osmanlı'nın tabur düzenindeki ordugahı, özellikle alt köşelerde ise terciolar

Bunlara dalkılıç denilecek, görevleri de düşmana kılıçla hücum etmek ve muhtemelen ölmek olacaktı. Slankamen (1691) ve Petrovaradin (1716) savaşlarında önce Köprülü Mustafa Paşa sonra da Silahtar Damat Ali Paşa Avusturya ordularına yanlarındaki birkaç yüz serdengeçti ile hücum etmiş, düşmana ağır kayıplar verdirip hep birlikte şehit olmuşlardı. Bu cesur ama gereksiz ataklar bu iki savaşta da Osmanlı yenilgisini hazırlamıştı.

Deli değil Delil

Akıncılar, Osmanlı'nın haber alma ve psikolojik savaş teşkilatı olarak adlandırılabilir. Rumeli'de yüzyıllarca sınır ötesi akınlarıyla ve savaşlardaki öncü görevleriyle faydalı olmuşlardı. Ancak İran savaşlarıyla azalan doğudan gelen Türkmen akışı ve eski Akıncıların da yerleşik hayata geçme arzusu bu teşkilatı zayıflattı. I. Selim döneminde yiğit gençlerden seçilen bir birlik bu açığa önlem olarak kuruldu. Deliller yani önden gidenler, Hz. Ömer'e dayandırdıkları bir ocak kurmuş (Yeniçerilerin Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli temellerini kıskanmış olabilirler), giydikleri vahşi kedi ve sırtlan postlarıyla Polonya'nın kanatlı hussarlarına ve Napolyon ordularının Dragoonlarına ilham kaynağı olmuşlardır. Ancak yiğitlikte pek de rakipleri yoktu. Sipahiler barut dumanı parlak zırhlarını kirletecek diye piştov kullanmayı reddederken, deliller Alman tercioları üzerine piştovlarını boşaltıp atlarını mahmuzluyor, çılgın kahkahalarıyla düşmanın arasına dalıyorlardı. Ama cepheden yaptıkları bu cesur saldırılar sonunda sayıları genellikle yarıya düşüyordu.

Ordular İlk Hedefiniz...

Osmanlı savaş kültürü hep bir fedakarlık temeline dayanmıştı. Ancak Gazi Osman Paşa'nın mükemmel Plevne müdafaası, Enver Paşa'nın Sarıkamış'taki eski tarz düşüncesiz harekatından daha moderndi ve Birinci Dünya Savaşı'nın Batı Cephesini etkileyecek kadar yenilikçiydi. 20. yy Türk orduları ise bu başarılardan hiç örnek almamışlardı. Büyük heyecanla andığımız zaferler, iyi savunulan siperlere saldırırken yok olan alaylar, imkansız bir tepeyi hedef gösteren komutanlar ya da demode düşmana karşı demode süvari hücumlarıyla doludur. Birinci Dünya Savaşı'nda ordumuzu eğiten Alman subayları Blitzkrieg'in ilk ustalarıydı. Ama Blitzkrieg bile iyi savunmayı aşamayacağını anlamıştır.

Sonuç

İnsan haklarının iki kelimeden birine dahil olduğu günümüzde bile bazı otoriteler hala fütursuzca ölmekten üç karış toprak için bir ülkenin geleceğini feda etmekten bahsedebiliyorlar. Anlattığım tarih ise onların mantalitesini haklı çıkarıyor gibi görünebilir ama alttan oyulmuş bir kafa yapısını sergiliyor bence. Zorunlu askerlikle, milyarlarca dolar bütçeli bir orduda birkaç ay eğitim görmüş erleri, otoritenin etki alanı dışındaki dağlara hem de sürekli bir ihanet tehlikesi altında salıvermekle terörü bitireceğini zanneden bir mantık. St. Elmo duvarlarına yollanan cengaver yeniçerilerle Şırnak dağlarında nöbet tutan Mehmetçikler aynı kafaların savaş oyununa malzeme oluyor. Toprağa düşen evlad şehit payesini alıyor ama vebaline sahip çıkan olmuyor.

(Bu yazı bilgisayar fişinin ani bir çekimi tehlikesi karşısında tam olarak bitirilememiş, sonradan biraz "editlenmiştir".)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bununla alakalı yazılar

Related Posts with Thumbnails