Pages

31 Aralık 2009 Perşembe

Nuk 201 - 2

Efenim, daha önce Nuk 201 serisinin ilkini yazmıştık. İlk yazıda genel bir tablo çizmeye çalıştık, biraz da çevre etkilerinden bahsettik. Meselenin maliyet kısmına girmeyeceğiz, çünkü doğru düzgün bir ihale ve uygun bir santral tipiyle maliyet sorununun altından kalkılabilir. E bu da sağlam bir hesap kitap işi gerektirir ki, yapabilecek adamlar Türkiye'de bir elin parmaklarını geçmez.


Nükleer Santral

Enerji elde etme amacındaki bir nükleer santral ortalama 30-40 yıl devrede kalır ve bu süre içinde neredeyse hiç karbondioksit üretmez, "ziyan oldu" denecek kadar da atık üretir. Niye mi ziyan oldu? Atık denen şey aslında işe yaramayan bir şey değildir. Santralden çıkan atığın, santral tipine göre %60-%90 arasında değişen oranı hiç kullanılmamış yakıttır. Yeniden işleme tesislerinde ayrıştırma yapılarak tekrar santrale gönderilebilir. Fakat yeniden işleme tesisi hem çok zahmetlidir hem de büyük bir maliyet sorununa neden olur. Amerika 1975'te yeniden işleme hevesinden vazgeçmiştir mesela. Gerçi soğuk savaş paranoyasından mıdır nedir, bu hevesin geçmesinde atığın içindeki plütonyumun yanlış ellere geçmesi korkusunun da etkili oluğu söylenir. Sonradan yeniden başladılar mı bilmiyorum. Bomba meselesine ise daha sonra değiniriz. Başka bir ihtimal olarak da atıkların yurtdışındaki bir tesiste işlenmesinden bahsedilebilir ama bu da birinci dereceden olmasa da dışa bağımlılık sorunu çıkarır. Sonuç olarak, yeniden işlemenin yapılması Türkiye için pek olası görünmediğinden tartışmanın safhalarından biri n'olcak bu atıkların hali oldu. Aslında makul olan CANDU tip reaktör yapılırsa, zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duyulmayacak ve atık daha az radyoaktif olacaktır. Çıkan atık ise havuzlarda bekletildikten sonra camlaştırılarak etkisinin büyük kısmı bertaraf edilecektir. Hatta camlaştırma da yapılmayıp havuzda çok uzun süre bekletilerek atık sorununun altından kalkılabilir. İlgililerin sıkça duymuş oldukları Candu'nun sırası geldi artık.

Kim bu CANDU ?

Ludwig van Candu. 31 Aralık'ta Mozambik'te doğdu. Candu adıyla bilinen dünyanın ilk reaktörünü tasarladı. Tasarımını en yakın arkadaşı Kadir İnanır'a anlattığında "lanet olsun atom fiziğine de profesörlüğe de" cevabını aldı. Siz kendisinin uydurma bir karakter olduğunu anladığınızda ise bu dünyadan göçtü, gitti.
Ludwig

Aslı CANadian Deuterium Uranium. Yani Kanada (hadi canım) döteryum (ağır hidroen) uranyum ( doğal uranyum). Bu reaktör tipinin öne çıkan özellikleri, doğal uranyum kullanması ve yakıt değişikliği yapılırken işletmenin durdurulmasına ihtiyaç olmaması. Soğutma ve reaktör işletmesinde önemli yeri olan yavaşlatıcı içinse ağır su kullanılır. Suyun hidrojeninin yerini nötronlu hidrojen alır, buna kısaca ağır su denir. Yalnız bu ağır su biraz tuzludur (mecazi olarak). Üretimi ayrı bir tesis gerektirir. Doğal uranyum adı üstünde doğaldır. Zenginleştirme işleminden geçmemiştir. Zaten zenginleştirme tesisi öyle ha deyince yapılacak bir şey de değildir. Zira hem politik (silah yapımı imkanı) hem de ekonomik bakımdan çok zahmetlidir. Yani, doğal uranyum zenginleştirme yapamayacaklar için iyidir. Türkiye'de doğal uranyum olduğunu biliyoruz. Rezervler filan araştırılmış şeyler bunlar, sayı karmaşasına girmeyeceğimi taahhüt etmiştim daha önce.

Teknik ayrıntıya ilerideki yazılarda biraz daha girebiliriz, istendiği takdirde. Yorumlara göre devam edebilirim. Çünkü ben bu işe zaten meraklı olduğum (hatta kariyeri bu konuda planladığım için) genel bir ilgi seviyesini aşıyor, dolayısıyla sıkıyor olabilirim.


29 Aralık 2009 Salı

Çorap ucu halıyla löp löp.

Mandalin ile dalının birleştiği yeşil nokta şeklindeki sap kalıntısı ile mandalina arasında hava boşluğu tarzında bi aralık yoksa işte o zaman sıkıntı. Takarsın başparmağını en kolay soyabileceğini düşündüğün yere, girmez, meyvecik deforme olur, iç kanama geçirir hissedersin, suyu akar. İşte o his, yani tırnağın içine mandalin kabuğunun gözeneklerindeki kaygan ve kokulu etil alkolün ve kabuk kalıntılarının dolmasının verdiği his bitirir beni. Gitti parmak, battı, rengi değişti turuncu oldu, meyve de mahvoldu, sinirrrr. Becermem mümkün değil soyamam mandalin ama eğer paragraf başında anılan boşluk varsa meyvede, kabuk parmağın uyguladığı göçertici kuvvete direnemez yırtılır, işte konforr. Ondan sonra beyaz kılçıkları soymanin zevkini yaşarsın, çekersin gelirler, el ayak kabuğu fetişligi batsın, aynı şey.
Peki ökçesi topuğa tam oturmadığı için ayak ucundan 5 ila 8 cm sarkan çoraplara ne demeli? Çok mu masum onlar, kesinlikle değiller. Çorabın ucu böyle löp löp yere vurur. O uzunluk arttıkça tahammülsüzlük ve müdahale etme isteği de artar. Çorabı löp löp olanlardaki uçsuz bucaksız kayıtsızlık ürkütür seni. Ölümcül niye çoraplarını basitçe yukarı çekmiyorlar sorusu beynini yer bitirir. Eleman yürüdükçe sarkan kısmın üzerine basar, çorap gittikçe daha da kayar aşağı. Kabullenemezsin o manzarayı, niye böyle bir fenomenin olduğunu düşünürsün, özellikle ufak komşu çocuklarında olur bundan, ender de olsa ergenliğe girmesine rağmen vazgeçmez huyundan.
Nasıl olur sebebini fırsat buldukça düşünürüm uzun yıllardır; muhtemelen en başta tam giyilmediği için ayakkabının içinde adım attıkça, aslında adımın tam da topuğu yerden kaldırırkenki bölümünde, işte o esnada ayakkabı ile çorab ökçesi arasındaki hareket yönüne ters ve yere doğru F kuvveti, çorabın kademe kademe aşağı kaymasına sebep olur. F müsebbibidir kaymanın, yani. E iyi de çek olum çorabını giy güzelce, kayarsa hiç mi rahatsız olmazsın kumaş sarkıntısının halıya yayılmasından tıpkım. Hep de aynı insanlarda olur, yani birisi hakkında kolayca "bunun çorap ucu halıyla löp löp" kanısı oluşabilir, bu kanı tutar da çünkü aynı zamanda vurdumduymazlık semptomudur, el ensede aymazlık seviyesi göstergesidir, bi nevi sallamazmetredir.
Atılgan, gevşek, sempatik, içine dönük vb. gibi bin tanesini hemen şimdi dizebileceğim ama vazgeçtiğim kişilik tanımlayıcı sıfatlardandır. Bu yüzden, gereksiz dergi arkası veya haftasonu kim kiminle eklerindeki çoktan seçmeli ve her şıkkın puan karşılığının olduğu keşfedin bakalım nasıl biriymişsiniz testlerinde bir puan aralığını kaplamalıdır çorap ucu halıyla löp löp özelliği. Hemen bi örnek: eğer puanınız 34-40 ise tuttuğunu ısırarak kopartacaklardan, 12-23 arası ise çorap ucu halıyla löp löplerdensiniz. 0-11 arası zaten ölüler için. Eğer test sonucu bu kadar kötü çıkarsa hayata küsmek yok, kendinize hemen ulvi bir gaye belirlemeli, işe çorap ökçesini topuğunuza oturtarak başlamalısınız. Çünkü bu kırılma noktasıdır, hayatın ikinci türevinin sıfır olduğu dönüm noktasıdır hem de. Yılların bezginliği süzülüp birikmiş, petrol damıtılırken en altta asfaltın kalması veya sigara içenlerin ciğerlerindeki 1,5 kg katran birikmesi misalindeki gibi o çorap ucunda toplanıp orayla özdeşleşmiştir, sembolleşmiştir, oradaki yoğunluk ağırlık yapar, insanın ataletidir işte bu, belki de o yüzden sallanır orada çorap. Eğer bu korkuyu yenersen olay bitti kimse tutamaz seni, açın Türkiye'nin önünü olursun.
Ha bi de nemli de olur ıslak ayakla astarlı eşofman giymek vardır, bahsetmek bile delirtti, içim gacır gucur oldu. Giy lan sok, geç alta, yok geçmez abi takıldı oraya astarla ıslak ayak yek vücut oldu, sürtünme sonsuz mümkün değil alttan çıkmaz ayak. Geri çeksen de çıkmaz, yaşanan debelenme der adama otur aşağı adam gibi paçadan tutup çıkar sonra giy. Sinir olmuşsun PEKİ dersin of off. O kızgınlıkla inat edip oturmayan ve ayağını inciten, olmadı eşofmanı yırtan adam yok mudur tabii ki vardır. Suç kimin? Yani astar kumaşının doğasında var ıslak ayakla etkileşime girmek diyen kimyacı kardeşlerime ancak ilerle derim. Kabullensinler artık kimya fiziğin alt kümesidir, hadi abarttık diyelim ama kesinlikle kimya fark fiziğin eleman sayısı 3 ü geçmez. Niye 3 diye sormamaları gerektiğini bilenlerle yaşamak ne güzel, ne güzzel.

Yar






Bir gün kendimi bir uçurumun kenarında buluverdim halbuki oraya gelmemek için başta çok çabalamıştım kabak tekerleri olan bir arabanın yokuşta patinajı gibi.. aşağıya doğru baktım cennete benzer bir yer vardı.. yemyeşil bir vadi içinde meyden ırmaklar güzel kokular hoş sadalar.. kendimi bırakasım geldi bırakmayayım dedim fakat gözümü açtığımda yolu yarılamıştım oda ne bir anda bir olgu asıldı beni asılı kaldım yüzükoyun.. kimdi bu beni asılan yada neydi bir an şaşakaldım uçurumun yarı yolunda öylece.. yahu dedim nedir bu beni tutan kimdir bıraksa ya beni ne güzel cennete gidiyorum, fesuphanallah o ipte nerde çıkmıştı tanıdık bildik bir şeydi aslında bu beni asılan ama neydi yada kimdi.. kafamı çevirmek istemiyordum çevirdiğimde yukarı doğru çıkmak için dua ediceğimi hissettim fakat insan cennet gibi bir şeyden uzak kalmak oraya giden yolu yarılamışken geri dönmek istermiydi?.. Allahım bu nasıl bir tezattı.. Anlamsızlaştım bir anda başladım gözyaşı dökmeye Hiç mi değerim yok Allahım hiçmi sevmiyorsun beni en azından sevdiğin kulların hürmetine ya Rabbi bir yol göster bana ya yemyeşil vadiye ineyim yada yukarı o bilmediğim beni kendine çeken şeye döneyim çünkü beni ısrarla bırakmıyor ben aşağı doğru yönelmeye çalıştıkca o yukarı doğru daha kuvvetli asılıyor.. sonra bana bir şeyler geldi dokundu şöyle bir sallandım titredim sonra… bir şeyler daha sanki hepsi beni yukarı itiyordu yahu ne oluyor? Bırakın beni nedir bu kadar güzel bir şeyden alıkoyan nedir… aradan günler geçti açlık susuzluk aldı yürüdü atlarken sırtımda olan heybemde olan bir dilim ekmekle bir yudum suyu içtiğimde geri çıkardım bir daha denedim bir daha ve girdiği gibi çıktı neden bünyem kabul etmiyordu peki? Hala dönüpte bakmamıştım yukardan beni tutana.. sonra tanıdığım sesler geldi yapma gel geri yapma bu seslerin dost ses olduğunu biliyordum fakat yinede dönüp bakmıyordum ben vadiye odaklanmıştım oraya inecektim… sonra gözyaşlarım sel oldu neden dedim boğuk sesimle artık rengim solmaya başlamıştı.. yahu bu böyle olmuyacak bir döneyimde bakayım beni tutana diye düşündüm, bir baktımki asıl cennete yolu gösteren bana tutuyor beni! Allahu ekber!! bana cennetin yolunu gösteren neden beni cennete inecekken tutsun ki? Şu aşağıdaki cennete bir daha dönüp baktım fakat oda ne bakmamla gözlerimi uçurumun başına çevirdim çek beni dercesine gözlerle çünkü o yemyeşil vadi kopkor bir ateş olmuştu cennetin yolunu bana gösteren oranında aslında cennetten kovulmuşun gösterdiği yalan cennet olduğunu anlatmıştı gözleriyle.. beni tutan asıl beni yukarı elimi bırakma sımsıkı tut ne olur! Yalancı yarlara, yalancı y’arlara yönelmemize izin verme.. Düşmek istemiyorum süslenmiş boyanmış cennet görünümlü ateş kazanına.. beni bırakma bizi bırakma elimizi bırakma bembeyaz sancak altında beraber yürüyelim cennetin doğrultusuna..




27 Aralık 2009 Pazar

Lie To Me (Seyredecek yeni dizi arayanlara)

CNBC dizisi izleme furyası birkaç senedir ülkemizde baya revaçta. Prison Break, Lost, How I Met Your Mother, Chuck, Monk, Heroes vs vs. Artık bu klasikleri kimseye anlatmaya (kimsenin de anlatmasına) gerek yok. Millet kendine göre bi dizi buluyor, izliyor, facebook da grubuna hayran oluyor, yeni bölümü yayınlanınca hemen torrent den indiriyor, okul/iş ortamında dizinin fan ları ile geyiğini yapıyor...

Benim şimdi bahsedeceğim, pek de meşhur olmayan ve ilginç verilerin sunulduğu bi dizi. Adı Lie To Me (Bana yalan söyle).

(Bizimkiler :D kaynak:www.entertainmentwallpaper.com)

Dizi henüz 2. sezonunda (yani The Simpsons gibi 50 sezon beklemeyin :D ) ve FOX da yayınlanıyor. Ana tema olarak, sergilenen çok küçük mimikler ile kişinin yalan söyleyip söylemediğini, o anki ruhsal durumunu ve daha birçok kişiye ait özel verinin elde edilebileceği üzerinde duruyor.

Diziye hemencecik kanımın ısınmasını sağlayan, dizide tüm bölümlerin başındaki "Buradaki olay, kurum ve kişiler tamamen hayal ürünüdür vs vs" uyarısı. Demek ki bi bit yeniği var, o yüzden Samuel Baum amca bu yazıyı koyma gereği hisstemiş (bkz: Kurtlar Vadisi)

Filmin asıl elamnı Dr Lightman. İngiliz melezi bu amcamız Washington'daki ofisinde birkaç çalışma arkadaşı ile "Canlı yalan makinesi" olarak görevlerini ifa etmekteler.

Lightman Amca
Kaynak:danielakawmd.files.wordpress.com

Dr. Lightman analiz ettiği kişilerde daha çok yüz ifadelerine ve vücut diline önem vererek olayları açığa çıkarmayı sever. Lightman amcanın profesyonel iş arkadaşı olan Dr. Foster teyze ise (ki kendisi seçilmiş (the chosen demek istiyorum. tutmayın beni :D ) daha çok insanların ses özellkileri, kullandığı kelimeler ve psikolojileri ile olaylara ışık tutmayı seviyor.

Lightman amcanın diğer takım arkadaşları ise Ria ve Eli. Bunlarda stajyer niyetinde ofiste çalışan arkadaşlar.

Öncelikle karakter seçimi konusunda prodüktör amcayı tebrik etmek isterim. Özellikle Dr. Ligtman karakteri için daha güzel biri olamazdı zannımca (Alpaçino amcayı es geçmeyelim :D o gönülllerimizde ) Dr Foster ise kocası ile başı dertte olan bir hanım için oldukça iyi bir seçim. Ria ve Eli karakterleri ise diziye görsellik katmak için iyi karakterler. Zaten başka da asıl karakter yok.


Dizi diğer yabanci diziler gibi 20-25 dk lık degil 40-45 dk lık. Bu da size bihayli öldürecek zaman sağlıyor :) Ayrıca dizi seyrederek ingilizce geliştirmek isteyenler Dr Lightman in İngiliz aksanindaki ingilizcesi ile pratik yapabilirler [bu arada: Yaşasın ingiliz aksanı, her ne kadar biz anlamasak da :) ] Yabancı dizilerdeki cinsel gönderme, obje ve aksiyonlardan artik sıkılan hatta gınağısı gelenler için de, dizinin 1 e 1 olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Herkese bol bilgili, az zaman öldürmeli, çok çok geri dönüşlü dizi malumatları dilerim.



Groundhog Day

Uzun cümleler kurunca başını unutmama sebep olan bir halin meyvesi; "hiç"! Ya da hükmüm altına girmiş harflerin oluşturduğu kelimelerle kurduğum cümlelerin, ne kadar uzarsa uzasın halimi anlatamayacak olması . . . Acı veren kısmı ise bir kelimeden bir kelimeye geçerken - amaç bir cümle kurmak - veya bir noktadan diğerine geçerken - amaç sadece üç noktayı tamamlamak - bıraktığım "boş"lukların "hiç"le kıyaslanamaması.

Böyle zamanlarda "ne alaka"sının olduğunu bilmediğim bir şekilde, kaçıncı kere izliyor olsam da bana inanılmaz zevk veren film; Groundhog Day (1993). ("Bugün aslında dündü" diye çevirmiş artık her kim çevirmiş ise. Neyse ki filmin konusuyla alakalı.)


Başrollerini Bill Murray ve Andie MacDowell'in paylatşığı, Harold Ramis'in yönettiği Groundhog Day, Bafta başta olmak üzere birçok ödülün de sahibi. Bugün kendini dün olarak bırakmazken, aksi ama huysuz sunucumuz Phil'in başından geçenlerin anlatıldığı film bazen komik, bazen duygusal bazen de düşündürücü. Bill Murray ise sürekli aynı güne uyanan Phil karakterini çok iyi canlandırıyor.

İzlemeyenlere en kısa sürede temin edip izlemelerini tavsiye ederim. Filmin ilk başlarında sıkılıyor gibi olsanız da filmin sonunda izlediğinize kesinlikle pişman olmuyorsunuz. Hatta bir sonraki izleme zamanınızı bile belirleyebilirsiniz. Zira bu yazı kılıklıyı yayınladıktan sonra dvd sürücümde takılı olan dvd dönmeye başlayacak.

24 Aralık 2009 Perşembe

Tut şunun ucunu döşeyelim abi


Artık iyice bıkkınlık geldi bu açılımdan, ergenekondan, hukuk teröründen vesaireden. Yahu şimdiki muhterem genel kurmay başkanımız vaktinde bir takım borularla (adamdaki rahatlığa bak lav silahına boru diyor ben onun boşunu görsem iki fersah kaçarım) ve arkasındaki kapı gibi multi generallerle yaptığı "basın" toplantısında eğer TSK'da böyle birileri varsa ben ayılarım demişti. O bunu dedikten sonra zibilyon tane öyle adam çıktı, savcılar saatlerce lojman kapılarında bekletildi, suikast iddialarıyla bir sürü tutuklama oldu ama ne yazıktır ki hiç bir ayıklama görülmedi. Tövbe oldu tabii olmadı değil ama ayıklananlar hep irtica yapıyor diye çöp poşetine atılıp hükümetin şerhine takılanlardı.(Bu ordu-hükümet danışıklı dövüşü de beni iyice sıktı) Tabii bütün bunlar orduyu yıpratma, asimetrik bilmemne gibi isimler altında bir kısım medyaya ve onların ağalarına havale edildi. İki tarafında sağlam medya gücü olduğu için iki taraf da birbirine o biçim salladı. Olan yine arada kalan az şekerli vatandaşa oldu, kafalar culluluk dışkısına döndü.

Be şahsen ne orduya ne de savaşa karşı birisi değilim. Savaş benim hayatımın önemli bir kısmını sahiptir. Bir drama değil de destansı bir savaş sahnesine ağlamayı yeğlerim. Ama beni bile soğuttular bu işten. Askerliği bu hale getirip, hala ordu Türkiye'nin en güvenilir kurumu demeleri bile bozuyor artık beni. Ben şahsen güvenmiyorum, haftada bir evimin önünden Amerika ve rus ordularının çıkma tankları geçiyor, onlara mı güveneceğim. Her gün yeni bir darbe haberi olurken ve başka bir ülkede anında istifası beklenecek bir genelkurmay başkanı hala boru edebiyatı yaparken mi güveneceğim orduya. Her yıl en az bir kere olan toplu şehit definlerinden sonra "gelecek sene profesyonel askerlik olacak walla" halkın yüreciklerine su serpen ama terörün etkisini halkın tamamına yaymaktan hiç vazgeçmeyen orduya güvenmek mümkün mü? Artık askerlik yaşamın en kayıp ve tehlikeli dönemi haline gelmişken benim güvenim kısa dönem bile gitmez bu işe. Bu yüzden çığırıyorum buradan. Sayın genelkurmay başkanımız. Lütfen bir istifa ediniz de ben de deyim kendime "al sana kapak olsun bu da adam hakkaten sözünün eriymiş" . Belki orduya bulaşan bu kadar şüpheden sonra benim gibi düşünen milyonlar da (vardır kesin birkaç milyon dur ben bi facebook ta bi grup kurayım) bi rahatlasın bi güvensin ordularına tekrar.

22 Aralık 2009 Salı

TasarımdaFarklılık Beğeni Grafiği

Arada bir şeyler karalarım, canım sıkılınca özellikle. Gece yatınca canımı sıkacak şeyler varsa hayal gündemimde, kafamda bir şeyler çizerim o zaman. Bu ıvır zıvırın kimse tarafından beğenilmeyeceğini düşünürüm. O zaman rahat rahat çizerim kafamda. Ama iş ciddi ciddi oturup çizmeye gelince anladım ben bu çizer tayfasının sıkıntısını. Hakikaten, geniş kitlelere hitap eden adamların işi ne zor yahu. Özellikle de sinema oyun otomobil vb. gibi tasarım farklılığı gerektiren işlerdeki tasarımcılara büyük hayranlık beslerim bu husuta. Arkadaş, adam bir tipleme çizer, ağzın açık kalır. Ama bu beğeninin bir ölçüsü, bir sınırı vardır bana göre. Nedir o?
Bence, bir kişinin bir tipi beğenmesi, onun kişisel zevkleri ile olduğu kadar, daha önce aklında yer etmiş olgu/olaylarla ilgilidir.
En basitinden, insan iki el iki ayak, tek kafa. Adam bir oyunda veya filmde rol alacak bir nevi yaratık çizecek. E ne yapar, haliyle eli, kafası, bacağı olan bir şey çizer genelde. Çünkü her insanın aklında, zaten vardır bu şekil. O yüzden, beğeni basamaklarından ilkini geçmiş olur tasarımcı. Yani zaten aşina olduğumuz bir şeye benzetmemiz lazım ki, beğenip beğenmediğimiz kanısına varalım bu şekli. Beni böyle lüzumsuz bir yazı yazmaya yönlendiren şey, insanlarda bir beğeni-farklılık grafiği olduğuna inanmamdır ve bu grafik hiç de doğrusal değildir.Buna (bana) göre, diğer tüm etkileri sabit tutup beğeniyi farklılığın bir fonksiyonu olarak düşündüğümüzde, farklılığı çok da abartmamak gerektiği görülüyor. Eee.. Bu mu yani? Derseniz, ki kesin dediniz, haklısınız.
Teorik kısmı uzun tutmadan, örneklendirelim:


Bu karedeki vatandaşlar Avatar filminin başrol oyuncuları. (Filmi izleyemedim maalesef, izleyenler beğemiş) Bana Apocalypto filmindeki tipleri hatırlattı.







Bu ve daha bir çok filmde görüğümüz yerli tipi. Fotoşop becerim olsa, üstteki mavilerin kulaklarını suratından büyük hale getirir, ağız burun orantısının canına okur, gözleri de enlemesine değil boylamasına eksene yerleştirir, sonra da beğendiniz mi diye anket yapardım. Fakat ankete gerek kalmadan sonucu biliyorum ki, çoğunluk (dikkat,herkes değil) yukarıdakini daha iyi bulacaktı.

Neden, çünkü beğeni farklılık grafiğinde tepeyi sağ yönde geçmiş olacaktım. Otomobil tasarımında da aynı şey çıkar karşımıza, sokakta giyilebilen kıyafetlerde de. Bildiğimiz,tanıdığımız şeylerden aşırı uzaklaşınca beğeniyi yakalamak imkansız hale gelebiliyor. Çok uç bir tasarım yapacağım diye uğraşan adamlar en sonunda öyle uçtayız ki ancak sadelikle anlaşılabiliriz havasına giriyor. Yine mi çok teorik? Örnekleyeyim:


Bu abiler de Yapay Zeka (Artificial Intelligence) filminden. Dünyanın terk edildiği bir zamandan çoook sonra dünyaya geliyorlar. Filmdeki rolleri kısa. Sonlarda biraz görünüyorlar. Çok ileri bir teknolojiye sahiplerdi, etkilenmiştim. Adamların uzay gemileri aslında daha güzel örnekti mamafih bulamadım resmini. Resmen parçalara ayrılabilen bir kareden gemi yapmışlardı. Tasarım çok basitti. Ama onun da ayrıntısını vermiyorlar, uzaktan gösteriyorlardı filmci abilerimiz. Muhtemelen düşünüp taşındılar, sonra da dediler ki; çok ileri bir teknolojiyi tasvir etmenin en güzel yolu sadeliktir. O kadar ileriler ki, fazla ıvır zıvıra ihtiyaç yok. Hatta bana kalırsa tipleri de insana benzetmeseler, istediklerini daha iyi yansıtırlardı.
Neyse, böyleyken böyle, öyle bi şeyler işte.

Bir fotoğraf


Ön bilgi/Kevin Carter: Güney Afrikalı fotoğrafçı. 1994 Pulitzer ödülü sahibi. Irkçılık karşıtı gazeteci grubu Bang Bang Club üyesi. 1994 yılında intihar etti.

Ön Bilgi/Manic Street Preachers: Galli Rock grubu. Sosyalist/komunist duruşlu(her nekadar Rock 'n Coke'a gelerek bu duruşu bozmuş olsalar da) Grubun bir üyesinin kaybolmasından ve hala canlı ya da ölü bulunamamasından beri eski tadı veremeseler de bana göre hala müzik dünyasının en baba grubu.

Bu kadar ön bilgiden sonra üstteki fotoğrafa gelelim artık. Bu resim 1993 martının 11'nde Sudan'a sadece 30 dakika için gelen Kevin Carter tarafından çekildi. Fotoğrafçı arkadaşı ve o sırada yanında bulunan Joao Silva'nın anlattıklarına göre bir Birleşmiş Milletler Helikopteri ile gelmişler ancak helikopterin yarım saat içinde geri döneceğini bildikleri için hemen fotoğraf çekmek için etrafta dolaşmaya başlamışlardı. Sonra Kevin Carter bu fotoğrafı çekti. Yiyecek yardımı yapılan noktaya sürünerek ulaşmaya çalışan bir çocuk ve onun ölmesini bekleyen akbaba. Sonra helikoptere ulaşıp geri döndüler. Sonra Kevin Carter bu fotoğraf sayesinde Pulitzer ödülüne layık görüldü. Sonra Kevin Carter depresyona girdi ve arabasının egzosunu bir hortumla arabanın içine aktararak intihar etti. İntihar mektubunda açlık çeken ve yaralı çocukların hayaletlerini gördüğünü ve şanslıysa Ken ile buluşmaya gittiğini yazdı.(Buradaki Ken Carter'ın dostu ve Bang Bang Club üyesi olan ve Carter'ın intiharından birkaç ay önce Güney Afrika'da bir çatışmayı görüntülemek isterken ölen Ken Oosterbroek'tir.) Sonra 1996'da Manic Street Preachers Everything Must Go albümlerinde, neredeyse bir yıldır kayıp olan üyeleri Richey Edwards'ın yazdığı Kevin Carter şarkısını söylediler. sonra hayat devam etti. MSP unutuldu, Richey Edwards unutuldu, Kevin Carter unutuldu ve Sudan unutuldu.

hi time magazine hi pulitzer prize
tribal scars in technicolor
bang bang club ak 47 hour

hi time magazine hi pulitzer prize
vulture stalked white piped lie forever
wasted your life in black and white

the elephant is so ugly he sleeps his head
machetes his bed kevin carter kaffir lover forever
click click click click click
click himself under

500T.

Uğurladık elemanı Sabiha Gökçen'den bi de artistlik yedik olum sen eve gidene kadar ben Münih'e giderim lan haha diye. Haklı da çıktı neyse. E yer etti içime. Atladık bi otobüse 10 dakka sonra kalkacak olan bildiğim otobüs dururken. İçimdeki macera tutkusu, bile bile ladesçi manyak, öleceğine kesin emin olduğu halde Galata köprüsünden karşıya geçmek için otobüs çeşitleri içinde en korkuncu olan müşteri kapmaya odaklanmış bir halk otobüsünün önüne atlayan zihniyet.

Bin lan hadi zevkli olur dedi kıramadım o içimdeki zırdeliyi. Hatta eleman beni otobüse kadar geçirdi; yani onun uçağa binmesine 1 saat kadar varken ben tekerlekleriyle asfalta mahkum ismini vermek istemediğim tıngır bi otobüse bindim. Dedim şoföre bla dan geçer mi? Dedi bana gel sen geeel, geçmez mi! Laan bindik, yani sayın abim bize Pendik-Kartal'ın her sokağını gezdirmeye ahd etmiş, oraya gir buradan çık nevrim döndü. Eh öğrendik Pendik'i. O soru sorulur mu, hiç Pendik'in tüm sokaklarına girip çıkan bi otobüs tıklım olmaz mı, hiç bulabilir misin 44 no yüzey alanına sahip ayağını koyabilecek boş bir arazi? Öbür ayağı kaldırmadık bereket, o ne demek deme, kasislerden zıplarken yerden kesilen vücudumu tekrar yerle temas ettiremeyebilirdim mesela, ben havadayken başka bi ayak benim ayağın bölgesini kapatabilirdi. O derece kalabalık.

Aslında kaşık yok, aslında otobüs de bomboş diye sürekli telkinlerde bulunurken kendime, çıktık otobana hamd ve şükür duyguları içinde. Kar yağsa yere düşmeyecek kadar trafik, pesimistlerin yarısı boş bardak demesi gibi araba çölü veya optimistlerin yarısı dolu bardak demesi gibi araba denizi. İkisi de olur. El frenini çek mangal yak, kur tezgahı langırt oyna çat 5-0 de, hatta 33 takımdan oluşan turnuvada final oyna. Lütfen amacımız kupa kazanmak değil final oynamak, onun zevki final oynamanın yanında nedir ki, oyna finali yeter kupayı verseler de alma. Evde kılarım yetişip diye kılmamışsın öğleni, nerdeee! Akşama yetişmek namümkün. Kaptaan orta kapı dedi çaresizlik ve bıkkınlıktan titreyen bi ses. Üstüne binmiş 1000 adet ajan smit in arasından göğe fışkıran neo gibi sıyrıldım insan yığınından.

Orada anladım oksijen elementinin nasıl bir nimet olduğunu işte. Derhal fulledim havasızlıktan büzüşmüş alveollerimi. Eve nasıl gideceğim, ayvayı yedim, burası neresi laaan diye ısrarla başımın etini yiyen içimdeki manyağı sonra çıkarmak üzere bi odaya kilitledim. Kıldık namazı reklam olsun diye ismini verdiğim ve orada niye kurulduğunu anlamadığım ulusoy tesislerinde rahatladık. Ve acı gerçeğin farkına vardım odanın kapısını tekrar açınca, kayboldum, uydular bulun beni.

Vahşi batıdakilerin kaybolunca demiryolunu takip ettikleri gibi otoyol boyunca yürüme fikrini ciddi ciddi düşünürken ilahi ilham sonucu bi aracın üzerinde o 4 karakteri gördüm: 5, 0, 0, T. Serap mı lan o, beynimin bana oynadığı bi oyun mu. Ya tamam her yerden geçiyor da buradan da mı geçiyor lan 500T. Otoban korkuluklarının üstünden zıpladım namerdim. Ormanda ağaçların arasında ebelemeç oynamaktan sıkılıp Hülya Koçyiğit'ine koşan Orhan gibi koştum otobüse.

Ön kapı davetkâr bi tarzda açılınca anladım serap olmadığını. Akbili basarken dedim çek abi çek sömür akbilimi helal olsun, köküne kadar. Yolda kalmışların beyaz atlı prensi, fakirin umudu, İstanbul'u gezmek isteyen ama üstü açık iki katlı şehir turu otobüslerinde yer bulamayan turistlerin yoldaşı, kimin eli kimin cebinde otobüsü, 5 dakkada bir yenisi geldiği için kaynağının nasıl bir potansiyele sahip olduğu çözülemeyen ve İstanbul'da yaşayan random bir vatandaşın günde en çok gördüğü, trafik kazası mağdurlarının abi bana otobüs çarpmadı 500T çarptı dediği, tüm İstanbul'u zaten taşıdıkları için halk otobüsü oldukları halde birbirleriyle yarışmaya gerek duymayan, pısst pıssst işimdeyim gücümdeyim her yerden geçerim diyen tekerlekli karizma,

muavinlerinin komple bir gözü toklulukla pasoyu gösterme olum at 2 lira yeter hadi uzatma dedikleri, abi bla bla dan geçer mi diye soran gafillere küçümseyen bu da soru mu şimdi yeni mi indin köyünden git başlık parasını tarlandan kazan bakışıyla bakıp gelişmeleri dikkatle takip eden muavine telepatik yolla ne diyo olum bu saftirik puhaha dedikten sonra merhametinden olsa gerek ufak bi baş hareketiyle geç lan içeri yapan ağır abi şoförlerin sürdüğü, kemiksiz 17 dakka beyazevler - 4 levent performansıyla İstanbul küçükmüş lan dedirten, herhangi bir zamanda düğmeye basarsan ancak takribi 10 km sonra durduğu için durakların kıymetini insanlara öğreten, çift bilet çektiği halde işini yapana hakkını vereceksin abi mantığıyla verdiğini gönülden helal ettiğin, uzak bi yerden uzak bi yere gidecek arkadaşlara yol tarifi yaparken bindiği anı referans zamanı, bindiği noktayı referans noktası olarak aldığımız ve ona göre anlattığımız, kalktığı ve vardığı nihai koordinatları hiç kimsenin tam olarak bilmediği ve bu yüzden efsaneleşip halk kahramanı olan, içindeki yolcuların büyük bir güven duygusuyla tüm benliklerini teslim edip kişisel meşgaleleri ile ilgilendikleri, oturmuş karakteri ile önündeki arabaların açılın olum 500T geliyor diyerek kenara çekilip yol vermelerini sağlayan ve böylece takip edecek ambulans bulamayan turbo efektli şahin sürücülerinin peşinden ayrılmadıkları, öte yandan iş gidişi iş dönüşü kalabalık derecesi hakkında beyanatta bulunmaktan kaçındığım ama kiminin esra ceyhanın İstanbul'da ulaşım sorunu konulu programına bağlanıp havada gittim şahitlerim var dediği,

beyanatta bulunmayacağım dediğim halde milletin içeridekiler düşmesin diye camları açmaktan korkup havasızlıktan fenalaştığını, hatta konserve balık istifi dizilmiş insanların sıkışıklıktan dolayı uyguladığı iç basıncı karşılamak adına camların boğaz köprüsü misalinde olduğu gibi içbükey olarak imal edildiğini ve kalabalık zamanlarında yaşanan savaş hakkında fikir verircesine insan ciltlerinin camların yüzeyinde bıraktığı yağ izlerinin otobüs boşken ürpertiyle fark edildiğini yazmaktan kendimi alamadığım, bazılarına göre insanların istemdışı olarak difüzyon kanununa binaen arkaya doğru ilerledikleri,

enine tüm şehri tarayan güzergahtan topladıklarını görünce İstanbul'da yaşayan insan çeşidi tayfının ne kadar geniş olduğunu kafamıza vuran, 7 düvelden milletin mensubu her tipten insanlarını 2 saniyeden uzun süzersen dayak yiyebileceğin ve 2-3 kullanımdan sonra herkes gibi senin de sadece yola konsantre olup çatık kaşlı ve huzur dolu "emniyet şeridinde ne güzel de basıyor, evime çabuk varıyorum" düşüncelerine gark olman gerektiğini öğrendiğin çünkü aksi takdirde havada turlayan tüm şehir sakinlerinin toplam koku bileşkesinin bir numunesi olan o orijinal kokunun bilincine varıp rahatsız olabileceğin, otobüs demeye hayâ ettiğim gri yolların mavi cengâveri İstanbul ulaşımının aortu 500T. Bu otobüs yaşanır gençler, ben haddim olmayarak anlatıp sosyal vebali üstümden atmaya çalıştım o kadar. Her şeye rağmen binin, bindirin.

20 Aralık 2009 Pazar

"Kırmızı Tesbih" ve şerhi



   Süreli yayınlar içinde takip ettiklerim pek az. Yani öyle haftalık dergidir, günlük gazetedir alıp okuyan bi tip değilim. Haber ihtiyacım gelince bizzat sitelerinde alıyorum kendilerini.

   Fakat arasıra Gerçek Hayat alıyorum. Toplumun farklı sosyal sorunlarına temas ediyorlar yazarları. Politika az, ekonomi az, sosyal sorun ve çözüm çok. Bu yüzden takip ediyorum. Bir de arkada okuyucu köşesi var tabi. Burada Munib mahlaslı biri belirli periyotlarda şiirler gönderiyor. Kendisine içten hayranlık besliyorum bende nacizane (Önceki paylaştığım şiir de kendilerinindi). Daha böyle masal havasında, bazen tasavvufi içerikli şiir(imsi) yazılar yazıyor. Kendisini birkaç aydır takip eden biri olarak bir şiirini şerh edeceğim, onun bize anlattıklarını değil bizim anladıklarımızı anlatacağım...


(http://tinyurl.com/ylb5j9g atlas-store resmidir)


1       Kırmızı tesbih elimde
2       Köz gibi durmadan çeviriyorum
3       Her devr-i daimde geçici
4       Ama bir o kadar da kalıcı bir rahatlama duyuyorum.


5       Artık taneleri ezberleyen elimi daha fazla yormayıp
6       Atıyorum ağzıma yutuyorum tesbihi
7       Ama köz gibi...
8       Boğazımdan o kadar yavaş geçiyor ki,
9       Nefeslenmeği özlüyorum.
10     Katran karası isteklerle,
11      Önüme koyulan zoraki amelleri eritiyorum
12      Közün ateşiyle...
13      Közün ateşiyle, kaynayan tesbihim sola sapıyor,
14      Başlıyor tekrara
15      Yerini bulmuş güvercin gibi durmadan dönüyor
16      Hem ortada hem kendi ekseni etrafında.
17      Döndükçe közden kora dönüyor.


18      Bendeki benin hepsini yakıp bitirince,
19      Biraz hafifliyor ama hala devam ediyor.
20      Bu kez hiç susmacasına
21      Ben sussam o söylüyor.


22      Arada bir diyorlar,
23      "Dede tesbihin nerede?"
24      Yuttum diyorum,
25      Gülüyorlar...

   Şair bu şiirinde aslında öyle tesbih mesbih bahsetmiyor. Bahsettikleri çok ulvi, çok değerli, çok "ileri" olaylar. Şöyle ki iki nokta üst üste:

   1-4 arasında şari, tüm bir şiirdeki anlam bütünlüğüne uygun olarak, tasavvufta seyr-u sülûk olarak tabir edilen, dervişin intisabı sonrası kemale eriş basamaklarının ilkini gözümüzün önünde canlandırıyor.Zira iki nokta üst üste:

   Derviş, hocasına intisabında sorgusuz, sualsiz, şek ve şüphesiz olmalıdır. Hatta gasılhanede kendisini yıkaması için hocayı bekleyen ölü misali olmalıdır. Bu benzetme ile de intisab sonrası kendisine verilen günlük söylemleri bu teslimiyet ile yerine getirmelidir. Yerine getireceği söylemler pek tabi sayılı ve belirli bir sıra, disiplin içindedir.

   Bizim dervişimiz de seyr-u sülûk'unun ilk basamağında hocasının kendisine verdiği söylemleri tesbihi ile yerine getirir. 3 ve 4 de anlatılmak istenen, bu söylemleri yerine getirirken, insanın nefis ve hevası ile mücadelesinin son sürat devam ettiği, tesbihin her bir 100 lük devrinde rahatlama duyduğu (ki bu manevi bir rahatlıktır), fakat henüz işin başında olduğu için, şeytanın ve nefsin hilelerine yabancı olduğu ve bazen bu 2 etken tarafından etkilendiğidir.

   Cüneyd-i Bağdadi (ra) Hazretleri'ne "Üstad, bu kadar kemâle rağmen hala tesbihi elinizden düşürmezsiniz (yani artık zikir için tesbihe ihtiyacınız olmamasında, her halinizde zikir üzere olmanıza rağmen). Bu halin nedeni nedir?" diye sorulunca üstad (belki de biraz gülümseyerek) "Burada olmam bunun sayesindedir. Amacıma hasıl olunca bunca senelik arkadaşlığımı bitireyim mi?" diye cevap vermiştir. Bu söylenilenlere paralel olarak da şair 5-6 da bu konuya işaret etmiştir. Yani artık seyr-u sülûk'ta belirli mertebeye erişmiş ve dil ile söylediklerini kalbe indirmiştir yani tesbihi yutmuştur.

   7 de "köz" gibi terimi yanlış kullanılmış. Kor gibi, ateş gibi denilse belki daha uygundu.

   8-9 arasında anlatılanlar belki de tasavvufun en mahrem, en kişiye özel konularıdır. Zira bu, kişiye özel olup, dervişin basamkları teker teker çıkışı esnasındaki imtihanları, ve sıkıntılarıdır. Burada pek zor ve dervişi bir anda bulunduğu noktadan sıfır noktasına getirecek, vey tam tersi bir ulviliğe ulaştıracak sınamalar vardır. Şair bu mısralarda bu imtihanların zorluklarına işaret etmiştir.

   10-11 in yorumu siz okuyuculara bırakılmıştır :D (yapamadım demiyorum da)

   12-17 arasında artık dervişimiz işi kapmış, tesbihini sola saptırmış (tesbihi yuttuktan sonra sola sapması, söyleyeceklerini ağzından diline indirmesi demektir) ve kemale bir adım daha yaklaşmıştır. "Yerini bulmuş güvercin gibi" deyimi buradaki manevi huzurun açıklanması için yeterli bir cümle ollmuş. Ayrıca 16 da şiire farklı bir bakış açısı getirilmiş, öncelikle bir tutarsızlık olarak görünmesine rağmen tekrar okununca insanda okuduktan sonra hafif bir gülümseme bırakan bir faklılık olarak şiiri zenginleştirmiştir. 16 dan dolayı şairi ayrıca kutluyorum.

   18-21 arası artık herkesin diline pelesenk olan, konu hakkında an ufak bir fikir sahibi bile olmayan, ama aslen konuşmaya bile çekinilecek, bu konuyu öğrenmek için bir hayat adanan (bkz Prof. James Winston Morris) bir terimden bahsediliyor: fenafillah (Bu konuda konuşmak haddim olmadığından sadece şairin bu dizelerde söylemek istediklerini aktaracağım). Şair de dervişimizi fenafillaha eriştirmiş, "bendeki ben" ini yakıp bitirmiş ve artık tüm hal, hareket ve davranışları ile ilahi emre uygun ve Sünneti Resul ile birebir örtüşen şekilde hayat tarzına erişmiştir.

   22-25 de ise şair yine 16 daki gibi şiire zenginlik katmış ve dervişimizin bu halinin sadece kendi tarafından bilindiği, etrafındakilerin hala kendisini eski kendisi zannettiklerini anlatmıştır.

   Kimbilir belki Munib bey/hanım bu şerhi görür de bir de kendisi açıklama yapar...



19 Aralık 2009 Cumartesi

Ömer Faruk Tekbilek

"manhem, misafirem manhem,
vucud-u şehrimde misafirem manhem,
her köşesi, her köşesi bir bahçem, bir başka bahçem
vucud-u şehrimde
güller, sümbüller, laleler..."
(1999, One Truth, Manhem)

Bir önceki yazıda Enver İbrahim ile ilgili yazarken çokça bahsetmiştim çalıştığı müzik şirketinden. Bu yazıda da Ömer Faruk Tekbilek'in çalıştığı müzik şirketinin bahsi geçecek. Çok ilginç değil mi?

1951 yılında Adana ilinde geliyor dünyaya Ömer Faruk Tekbilek. Erken yaşlarda başlıyor ney ve bağlama derslerine. Ve Türk müziğine olan ilgisi O'nu bir sefere çıkarıyor. Mevlevilik ve sufilikle olan tanışıklığı ise yön veriyor O'na çıktığı bu yolculukta. Ne zaman ki yolu Amerika'ya düşüyor; o ilginç bağlantı çıkıyor karşımıza. Yapımcı Brian Keane ile tanışıyor. Ve "Celestial Harmonies" şirketinden ilk albümünü çıkarıyor. Aynı zamanda bir film müziği olan "Süleyman the Magnificent" albümünde Brian Keane ile çalışan Ömer Faruk aslında daha önceleri "Sultans" adlı bir grupta da çalıyor. Fakat belirttiğim gibi bu şirket bir dönüm noktası oluyor onun için. Dünya çapında çalışmalara imza atıyor, albümleri yüksek talep görüyor, bir çok ödül alıyor ve inatla başka "star"ların dünya çapında tanınıdığı söylense dahi Amerika da en fazla tanınan Türk müzisyen haline geliyor.

Ülkemizde de tanınıyor elbet. Bence en güzel eserlerinden biri olan ama ortaya mal edilen, iştahımın kaçırıldığı bir eserle; "I Love You". Ve muhafazakar kanalların iftar vakitlerinde döndürüp döndürüp çaldığı, ama kimsenin ne parçanın ismini ne de sahibini bildiği eserlerle tanınıyor güzel yurdumda. Oysa "Mystical Garden" albümünde bir "Hasret" vardır ki; sevmeyi, söz olmadan anlattığı "I Love You"dan çok daha güzel anlatmıştır "Hasret"i. Yine aynı albümde "Magic of the Evening" adlı eserin sonunda ise "...bırak sevmeyi güzel kardeşim, Leyladan geçelim..." deyip "...e hadi niye ölmüyorum?" diye sormanız kuvvetle muhtemeldir. Daha bir çok parçası debisi tahmin edilenden yüksek vururken bu "I Love You" nasıl girdi diye sorarsanız müthiş müzik piyasamıza; nostalji kraliçemiz! Muazzez Ersoy ile. Şarkının söz olmadan gayet güzel anlattıklarını "Seni Seviyorum" diyerek katletmiştir kraliçemiz.



Etnik müzik piyasasına girdiğinizde kaldırdığınız hemen hemen her taşın altında rastlamamız mümkün O'na. Son zamanlarda ünü çok hızlı bir şekilde artan İranlı Azam Ali'nin perküsyon ustası Greg Ellis ile kurduğu grup olan Vas'ın "Offerings" albümünde, Sefarad müziğinin en iyi temsilcilerinden "Yasmin Levy"'nin "Mano Suave" albümünde ve kollektif albümler olan "Buddha Bar" gibi serilerde çıkıyor karşımıza Ömer Faruk Tekbilek. Albümlerinde çalıştığı sanatçılardan bazıları ise şöyle; aynı zamanda yapımcısı olan Brian Keane, Michael Askill, Richard A. Hagopian, Steve Shehan, Yair Dalal.


1988 - Süleyman the Magnificent [CELESTIAL HARMONIES]
1990 - Fire Dance [CELESTIAL HARMONIES]
1992 - Beyond the Sky [CELESTIAL HARMONIES]
1994 - Whirling
1994 - Fata Morgana
1995 - Gypsy Fire
1996 - Mystical Garden
1998 - Crescent Moon [CELESTIAL HARMONIES]
1998 - Dance into Eternity, Selected Pieces [CELESTIAL HARMONIES]
1999 - One Truth [WORLD CLASS]
2002 - Alif [ADAMA]
2003 - One [MAGDA]
2005 - Tree of Patience [ALIF]
2009 - Ra Re Elements
2009 - The Butterfly

Son olarak hiç bitmeyecek bir keşif diyebilirim. Her eseri ayrı güzel, her eserininin yaşattıkları ayrı güzel. Tam artık tadına vardım dediğiniz anda yeni bir kapının açılması hiç zor değil. Kimbilir, bir "Aşkın Son Dem*"inden sonra "Hasret" "Kolay mı?" derken; "Neden?*" sorusu takılır belki durduk yere... "Kuşkulu An*"larla dolu "Uzun Bekleyiş*"lere gebedir hayat biraz. O vakitlerde misafir edin kulağınıza müziğiyle dua eden bu üstadı.

* Lost Moments of Love, Why?, Moment of Doubt, Long Wait. Parçaların orijinal isimleri bunlar.


18 Aralık 2009 Cuma

modern dünya modern insan 8





Yakında bitecek bunlar o vakit kaleme kuvvet:D

Laik miyiz acaba?

Dün akşam pek çoğumuzun bildiği gibi Şeb'i Aruz törenleri vardı Konya'da. Her yıl olduğu gibi devlet erkanı ve siyasetçi akını yaşandı yine. Ama o kadar önemli adam arasında benim gözüme Deniz Baykal'ın konuşmasını okuduğu kartlardaki altı ok battı. Çok canım acıyor hala. Peki niye mi bu oklar bana battı. Çünkü...

Genel kanı itibariyle CHP laikliğin savunucusu bir parti. Ülkemizde laiklik diyince dini devlet işlerine karıştırmamak geliyor. Deniz Baykal evvelki yıllarda Konya'daki törenleri pas geçerdi. Onun asıl mekanı Hacı Bektaş'tı. Ne zaman AKP iktidar oldu ve Tayyip Erdoğan Konya törenlerine rağbet göstermeye başladı Deniz Baykal da bir anda burayı fark etti. Ben gidip gitmemesine karışamam. Bu törenlerde yaptığı konuşmaların günün anlam ve öneminden çok siyasi amaçlarına yönelik olmasına da karışamam. Ama laikliği temel nitelik alan bir partinin liderinin tüm dini aktivitelere dahil olması mı daha laik olur yoksa hepsine aynı mesafede durması mı? İlk yaptığını değiştirmeden devam etmek mi dini siyasete alet etmek olur yoksa işine geldiği gibi bir görünüp gitmek mi? Yoksa en başta ülkemizdeki laiklik kavramını mı sanık sandalyesine oturtmak gerekir.

Laik bir ülkeyiz. Yani din devlet işlerine karışamıyor. Ama devlet din işlerine istediği gibi karışabiliyor. Ülkenin en dominant dinini kontrol eden mekanizma tamamen otoritenin atamalarıyla oluşuyor. Tüm din adamları aynı zamanda devlet memuru. Ülkede hangi dinlerin ve hangi mezheplerin eğitiminin yapılacağına da devlet karar veriyor. Ve devletin atadığı diyanet işleri başkanları tevazu, alçak gönüllülük ve fakirlik dinimizce sık sık tavsiye edilirken sanki papalara özenip işlemeli kıyafetlerle dolaşmayı ve sanki herhangi bir otoriteleri varmış gibi davranmayı kendilerine görev ediniyor. Bence bizim sorunumuz daha derinlerde, laikliği gerçekten anlamamış olmamızda. Cumhuriyet kurulurken kendinden başka hiç bir otorite istemeyen devlet dinle bağlaşık tüm oluşumları yasaklama yolunu bulmuştu. Ama bu oluşumlar (tarikat ve cemaatlerden bahsediyorum tabii ki) hayatta kalmayı ve yeri geldiğinde devlet kadar güçlenmeyi başardılar sonunda. Peki devlet elini şimdi dinden çekse ne olur? En güçlüler köşeleri kapıp halkı hiziplere mi böler yoksa halkın içindeki din anlayışının köklü yapısı kısa zamanda eskisi gibi bir düzenin kurulmasına zemin mi hazırlar. Bunu düşünmek lazım. belki de sesimizi kesmek oturduğumuz yerde oturmak. Siz ne dersiniz, sizce akıllı bir yol var mı?

16 Aralık 2009 Çarşamba

Maskot bulunmuştur, İsimsizdir


Bildiğiniz gibi 2010 yılındaki Dünya Basketbol Şampiyonası güzel yurdumuz Türkiyemiz'de yapılacak. "Heyecan" hızla artarken, dün itibari ile turnuvanın kura çekimi yapıldı. Ama öncesinde iki sunucu Birol Güven senaryolarından çakma bir mizansenle işi kediye bağlayıp turnuvanın maskotunu yaklaşık yarım saatlik bir ıkınmanın ardından sahneye çağırdılar. Resimde de gördüğünüz gibi maskotumuz bir kedi, hem de Van kedisi. Bir gözü ötekine hiç benzememesi ve karbeyazı tüyleriyle aslını ifşa eden maskotumuz, iddialara göre hoplamayı zıplamayı ve basketbolu seviyor, bazen kendini köpek sanıyor. Bu kadar komplike bir maskotun bile bir şeyi eksik sayın rebound severler. Henüz bir adı yok. İnternet üzerinden yapılacak bir yarışma sonucu gönderilen isimlerden biri ve muhtemelen en iyisi seçilecek. Sanırım seçilen ismi gönderene de bir güzellik yaparlar artık. Bu elit yarışmaya dahli olsun isteyenler için tamamen amme hizmeti babında birkaç isim yazmayı ve bu yarışmayı yapanlar kesinlikle dikkat edeceği için altlarını biraz doldurmayı düşündüm. İşte buyrun.

#Turcocat: Artık klasik haline gelen bir isim. Hem kültürel sığlığımızı hem de milliyetçi tavrımızı ortaya koyuyor. Ayrıca futbolda patlak veren robot adaşlarına uyum sağlaması ve onları basketbola yakınlaştırması açısından faydalı olabilir.

#Vancy: Kedimizin menşeini vurgulayıcı, üstelik açılıma da uygun bir isim. Ayrıca İngilizce tınısı da kulağa hoş geliyor.

#Chucky: Sadece deli bakışları bende bu çağrışımı uyandırdı.

#Slam That Pussy: İçinde "pussy"(ing. kedi, pisi pisi) geçen ahlaka mugayir onlarca isimden yazacağım yalnızca biri. Slam basketbol kültürüne atıfta bulunurken, anlam karmaşası yaşayacak Amerikalı basketbolcuların maskota vereceği tepkiler merak konusu olabilir.

#Blue Bead ya da Charm: Kedimizin her daim göğsüne monte bulunan nazar boncuğuna atıfta bulunan iki isim. Biri modamod çeviri diğeri ise daha mantıklı anlam. Ama cinsiyeti henüz belirsiz olan maskotumuzun ikinci ismi alması dişiliğini ön plana çıkarabilir.



#X the Vancat: X yerine herhangibir Türk ismi yerleştirilerek (aman dikkat herhangi bir grubu ya da cemaati kızdıracak isimler olmasın) türetilecek isim. Sıradan bir isim olması maskotun sokaktaki insana daha yakın gelmesine ve kısa sürede sokak kedisi muamelesi görmesinde yol açabilir.

#Cat-a-maran: Sıradan halkı düşünüp elitistleri düşünmemek olmaz. Bu isim de denizcilikle alakalı olan bilimum zengin ve kodaman takımına seslenen bir ad olabilir.

Ve son olarak...



Kötü Kedi Şerafettin: Türkiye'de kedi denince akla gelen ilk şahsiyet olan Şerafettin isim haklarını bu zavallı maskota verebilir, ona bir dost olup yanında takılabilir, onu yanına yancı yapabilir ve hatta maskotun yerini alıp turnuvayı zıvanadan çıkarabilir. Cihangirli arkadaşlarıyla takım kurup diğer tüm takımları sindirerek şampiyonluğa ulaşabilir. Yani sonuç iyi olmaz ama fikir iyi değil mi?

Sizlerin de fikirlerini bekliyorum belki blog olarak ortak bir isim bulup yarışmaya katılırız, şenlik olur.

"Çok doluyum bu aralar" diyen herkese gelsin :D








Boş yağıyor yağmur,
Boşluk iniyor yeryüzüne
Yüzüne inen boş damlalar aksediyor
Tekrar boş yeryüzüne


"Boş musunuz" diyor genç hanım taksiye
Şöför "bomboşum" diyor, olduğu gibi
Boşluğa atıyor kadın ayağını
Boş araba atıyor kadını
Kadın boşluğa düşüyor
El atıyor ama yakalayamıyor boşluğu
Tam boşluğun kenarındayken kadın
Boşluk atıyor boş ipini
Hafifçe yakalıyor kadını
Düğümlü ipin ortası boş
Ama kadın hala boşlukta
"Takriri mümkün değil" diyor
Bir nefes çekiyor ki...
Kendisi boş


"Herşey boş" diyor sonra...



Dil

Son zamanlarda sık sık rastladığım ve önceleri "neyse canım çok fazla değiller zaten, elbette hısım akraba uyarır da doğrusunu yazarlar" diyerek gözardı ettiğim yazım yanlışlarına karşı artık duyarsız kalamayacağım. Kendi kendime bir takıntı icat ettiğimi düşündürse de, dahi anlamındaki de nin dahi bir sözcükle bitişik ve hatta sert sessiz benzeşmesi kuralına uydurularak yazılmasına bir anlam veremiyorum. Örnek: Anlayıpta (e ayıp daa - Samsun daasıdır bu, Trabzon'unkiyle karışmasın, ayrıca kafiye için kasmadım). Önceleri bu hor görülmüş, itilip kenara atılmış kuralın çilesinin eğitim bozukluğundan değil de, umursamazlıktan kaynaklandığını düşünürdüm. Ama yok arkadaş, bu iş meğer sandığımızdan ciddiymiş. TRT bile haber altyazılarında böyle hatalar yapıyorsa ya ilkokulda adam gibi öğretilmiyor bu, ya da bu konunun anlatıldığı derste herkes ninja kaplumbağaların son bölümünü düşünüyordu o yüzden anlaşılmadı. Yapmayın, etmeyin. Futbol bloglarına bakıyorum bazen. 10 -12'sinde yazı okudum. İçlerinden bir veya iki tanesinde bağlaç olan "de" katledilmemiş. Hele herkesin saygı duyduğu bir yazar var, adam daha mütevazı ile mütevaziyi ayıramıyor. Tamam, blog (yavaştan bu blog kelimesine de kıllanıyorum zaten, makul bir Türkçe karşılığını bulsak iyi olur, "günlük" desek, değil) yazılarında veya msn yazışmalarında, kısaca resmi olmayan yazılarda bazı esneklikler vardır. Mesela italik yazarız tırnak içinde yazacağımıza. Bunlara takmış değilim. Sonuçta dil yaşayan bir olgu olduğuna göre, bu tip manevralar yapabilir. Ama TUTUP DA tutup da yerine tutupta yazarsak olmaz. Bu gene iyi. Ya yapılabilinir nedir? Ben senin Murat olan adının sonuna Recep İvedik esprisi türetiyor muyum? Ne alaka mı? Kızgınken alaka sormayın, adam bilmiyor, bir de üstüne üstlük "oturduğu yerden" fiil yapısı türetiyor. Üstelik bunu yapan adam öğretmen.
Tarzanca konusuna girmiyorum bile. Ben ders çalışırken bile öğrendiğim şeyin Türkçe karşılığını bulmaya çalışayım, sen bana "trend" de. O trend diyen dillerini eşşek (evet , eşşek, bunlar ancak böyle yazınca anlarlar) arısı soksun e mi, hatta beter olun. Bu tip adamları anlamadım, hala da anlamam. (Şimdi have not understood mi diyeydim, bunu da isterler yakında).Bu hezeyan burda bitmez. Sadağım dolu daha.
Ayrıca, yukarıda bahsettiğim tiplere şunu yapabilmeyi çok isterdim.

15 Aralık 2009 Salı

modern dünya modern insan 7





Bitti mi sanırsız?!

Kalem kağıt üzerine.

Greenpeace ciler yeşil bir dünya veya çocuklar barış dolu bir dünya istiyorlarsa, ders çalışma performansı kalem-kâğıt uyumuna bağlı arkadaşlara saygı duyulan bir dünya istiyorum ben de madem. Karbon atomlarının molekül tabakaları halinde dizildiği grafit uçlar artık kullanılmıyormuş, bu 0.bilmem kaç dediklerimiz polimermiş ama ne olursa olsun eğer kâğıt mikro ölçekte birçok gözenek barındırıyorsa sürtünen kalem de homojen veya aynı seviyede izler bırakmıyor kağıtta, kağıttaki mikro çukurlar boş ve beyaz kalıyor misal. Deli olurum pütür pütür böyle, yurdumuzun doğusundaki Alp-Himalaya dağ sistemine üye engebeli araziler gibi, çalışamam ders falan, not tutamam, kalırım o dersten defteri değiştirmeyi akıl edemezsem.



Bu pütürtüler yakından bakınca henüz bir çocuk cildi iken suçiçeği geçirmiş bir cilde bakıyormuş hissi verir insana. Ne bileyim artık galiba iyi haddelenmemiş kâğıt. Reklamsa reklam, oysa tüm kâğıtlar navigator gibi olsa ve tüm uçlar rotring gibi olsa; di mi yani? Kesinlikle xerok olsun paper one olsun diğer firmalara lafım yok, onların da teknolojileri müsait onlar da isterlerse başarabilirler. Öte yandan eğer olur da uç ve kâğıt çok iyi anlaşıp sevişirlerse, o ne keyif yaz babam yaz. Ulan dersin keşke kelimeler arasında boşluk da olmasa, o boşluk kadar tahammül edemiyorum kalemi kağıt sevgilisinden ayırmaya. Ama kendi kalemleriyle bile uyuşmayan fabero kastello uçları hiç onaylamıyorum. Evet ucuzlar, belki evet ben de onlardan kullanıyorum ama zorunluluktannn. Bi uca ancak o kadar para veririm o yüzden, diğerleri pahalı. Her şeye hak ettiği kadar para verin, eğer kar altında 10 saat beklese bile su geçirmiyorsa bir ayakkabı verin ona kaç istiyorsa. Hele bir de ayakkabı üzerindeki gözenekler teri dışarı atıp suyu içeri sokmamak adına santral bacaları gibi havayı yukarı doğru emen konstrüksiyonda ise üstü bile kalsın yani o derece.

Ama sırf moda diye bez ayakkabıya o kadar parayı vermem verdirmem. Eder mi moda ayak sağlığı kadar, etmez. Kalem bi de ağır olmalı, ele gelmeli, sözüm mavi plastik atlas marka bakkal kalemi sahiplerinin meclisinden dışarı, x kadar oynayan aynadaki görüntünün 2x oynaması gibi kalem, onu tutan parmaklarınızın oynadığının 2 katı kadar langır lungur oynamamalı. Eylemsizlik meselesi.Neydi o kalemler, Enver abi bana bi RC kola, bi balık kraker, bi uçlu kalem bi de tipitip aldım onu da ekle, kalemin özelliğini belirtmiyor bile velet çünkü bakkalda uçlu kalem olarak sadece plastik atlas var yazılı olmayan kurallar gereği.

Bi de bakkal zaten, o kalemlerin bakkalda bulunması da ayrı bi vaka. Başka başka ne lazım bi kalemde olması gereken. Ortaokulda iştahla kompozisyon yazarken sırayı sallayan hızlı gonzalesler için- ulan ne zaman doldurdunuz sayfayı ben konuya giremedim daha, ilk cümle sendromunu aşamadım- aerodinamiği de ona göre tasarlanmalı hava sürtünmesini düşürmek için. Hani belki o meşhur stall etkisini (mavi helezonik oklar) azaltmak için bi kanatçık tasarlanabilir anlamayanları dejenere etmemek için uçakların nasıl uçtuğu konusuna girmeden.

Stall

Hem insanın heyecan anlarında elyazısında y ve g gibi kuyrukları çok uzayabildiği için artistlik göstergesi olarak kullanılan harflerin de bir alt satır sakinlerine sarkıntılık yapması engellenmiş olur. Yazıya bi karakter oturur, ağırlık gelir. Analiz yapan saykolojistler de bu yazının aşağısı yukarısı birbirini tutmuyor, kişilik özelliklerin belli olmuyor baştan yaz gel şu koltukta sakince demez. En iyi kâğıt olarak 80 gramlıklar var. Tanesi değil tabii, metrekaresi. Zor buruşurlar ve avuçiçleri su gibi terleyen ve kâğıtsılara bu yüzden dokunmaktan imtina edenlerin kurtarıcısıdırlar. Dokun lan dokun 80 gramlıkmış, ooohh.

Dandirik kâğıtlar ise üzerindeki halkaların aslında fil olduğu iddia edilen selpaklara meydan okurcasına parmak uçlarındaki gözeneklerden henüz tomurcuklanmış moleküler boyuttaki teri bile çekerler, evet tıpkı turist Ömer'de insanın tuzunu çeken Nancy gibi, bak Nancy tuz, tuzzz.

Kâğıt dalga dalga olur, dokunduğuna dokunacağına pişman olursun. İşte orada, uzun boylu ağaçların içindeki trake borularının suyu nasıl 100 metre yukarıdaki yapraklarına ulaştırabildiği hakkında fikir sahibi olunur. Denir ki evet bu kâğıt da bir zamanlar ağaçtı ve içinde bu borulardan vardı. Kafada bir şimşek çakar, bir şeyi anlamanın verdiği dayanılmaz zevk tadılır. Mmm.

Bununla alakalı yazılar

Related Posts with Thumbnails